Sunday, December 24, 2006

cukulata cesmesi

bir ay falan once sirketin partisi oldu cumartesi gecesi. iyi giyinme partisi ama. gomlek giymek lazim. iki "yerli" icki bedavaydi. ben de oda arkadasindan kravat kiralayaraktan "yerli" ickilerin pesine gittim. ickileri icerken bir takim kucuk kucuk yiyecekler getirdiler. Bunlardan yiyebildigim kadar fazla cesitini yedim. sanirim bir tanesinin ne oldugunu anlayamadim.

bir ara soyle bir an oldu. iki uc tane kiz baygin baygin bekliyorlardi. Bir tanesi ise masadaki bir tabaga egilmis birseyler yapiyordu. derugrastigi belli, kurdanlarla biseyleri parcalamaya calisiyor. Sonra arkasina dondu. belli ki arastirmasi bitmis. arkadaslarina gururla haber verdi : "it's chicken" (Tavukmus). Birden baygin bekleyen iki uc kiz "hurraaa" diyerekten o tabaga daldilar.

bu etkinlik bana odtudeki "kokteyl toplulugu" nu hatirlatti. Bu topluluk diger topluluklardan farkliydi. Bir odasi ya da bildirgesi yoktu. El ilanlari dagitmaz, baskani ve yonetim kurulunu secip ortamda gereksiz hiyerarsi yaratip milleti germezdi. Hatta sadece internette ve arkadaslarin arasinda yasayan bir yapisi vardi. Ben uye degildim ama Osman uyeydi sanirim. Neyse eger bir sirket ya da herhangi bir kurulus ODTU icinde bir seminer duzenliyorsa ve ortamda bedava yiyecek varsa bunu haber alan kimse kokteyl topluluguna toplu e-mail ataraktan ya da arkadaslar arasinda bu bilgiyi yayaraktan bir etkinlik duzenlerdi. Hep beraber gider kucuk yiyeceklerden somurur, arada "Naz Gida" dan anlinmis saraplari ya da biralari icer cimlerde yayilirdik. Cok sevimli bir ortamdi, herkes gelirdi. Ya simdi dusundum de, superdi...

Sonra birisi geldi ve assada cukulata cesmesi var dedi. Ulan o nedir diyerek kosarak indik. Cukulata fiskiyesi vardi gercekten. Cukulatalar fiskiyeden fiskiriyor, kucuk bir selaleden kucuk bir havuza dogru akiyor, sanirim bir tur devir daim sistemiyle tekrar fiskiyeye gelip bir daha fiskiriyor. Kenarlarda kurdanlara gecirilmis bir takim yiyecekler var: mesela cilek, mesela kucuk ekmek gibi bisey, ya da boyle poaca gibi tatli biseyler. o seyleri kurdanlardan tutup kucuk cukulata selalesinde banyo yaptiriyorsunuz, sonra da iyice yikanan seyi yiyorsunuz. ben tatli sevmeyen bir insan olarak bu cukulata cesmesinden acayip yedim. Herkes yedi gerci.

hic gormemistim ben cukulata cesmesi.

Friday, December 15, 2006

Icinde calistigim filmi neden caliyorum???

Bilmiyorum.

Hangisi dogru bilmiyorum.

Telif haklari denen seyin iyi mi kotu mu olduguna karar veremiyorum. Hirsiz olup olmadigima da karar veremiyorum. Sucluluk duyup duymamam gerektigine de karar veremiyorum. Sanat, endustri, para ve fikir... Kayboldum.

Icinde calistigim film piyasaya suruldu. Bu Narnia diye bi filmin uzatilmis versiyonu. Piyasaya cikali birkac gun oldu ve ben hemen internetten indirmeye basladim. Bilgisayar ekranindaki yesil yuvarlak dugmeli pencerede yazan seyler dogruysa 8 saat sonra bu filmi izlemeye baslayabilecegim.

3 sene once Queen CD si aldim. Queen i cok severim ben. Dedim ki: artik kendi parami kazaniyorum. Bu paranin bir kismini hayatta bana cok guzel seyler yasatan Queen'e bizzat vermek istiyorum. Bunun uzerine en sevdigim albumlerinden biri olan "A Night at the Opera" nin CD sini aldim. Heyecanla eve gelip lithaen e yaptigimi anlattim. Eger Fredi orada olsaydi bizzat ellerimle ona 15 milyonu verirdim. Sonra lithaen fredinin coktan oldugunu bana hatirlatti. Verdigim paranin ise plak sirketlerinin patronlarinin jakuzilerinin kenarlarindaki karideslere donusecegini dusundurttu. Hakliydi. Cunku Fredi oldu. Artik paramla kendisine Moet&Chandon alamayacak. Buna ragmen dunyada fredi bir album daha satmayi basardi, olumunden yillar sonra, bana... Bu gelecek nesillere belki etkili olur. frediye hayranlik duyarlar cok satti diye belki.

Neyse ayni seyleri bu aralar bir daha yasadim. Icinde calistigim filmi satin almak istesem 35 kafa toslamam gerekiyordu. (Bu benim bir haftalik mutfak masrafima esit neredeyse). Degip degmeyecegine karar vermeye calistim. Sonra yesil yuvarlakli pencerenin altindaki gri dugmeye basiverdim.

Ben ve benim gibi hirsizlar yuzunden film endustrisi her sene yaklasik 8 milyar dolar kaybediyor. Bu kayip ben ve benim gibilere issizlik ve maaslarin dusmesi olarak geri donuyor. Bircok insan aslinda hakettikleri parayi alamiyorlar, eziliyorlar, haklari yeniyor. Bircok insan haketmedikleri halde, binbir emekle uretilen sanat eserlerini izleyip dinliyorlar, ufuklari aciliyor(?), daha zeki oluyorlar (???).(Ya da her neyse...)

Bence, butun hayatim ve deneyimlerim tersini soylese de ve tersini yapmak zorunda olsam da, bu isler para kazanmak icin yapilmaz. Degmez. Insanlar bankacilik gibi baska meslekler yaparak daha cok para kazanabilirler. Mutlulukla emekli olabilirler. O zaman gercekten birseyler ureten bir adam, yaptigi seylerin herkes tarafindan izlenmesinden mutluluk duyar, calinti ya da degil, dunyanin her yerine yayilabiliyorsa yayilir, parasini dusunmez. Cunku bence para cok sacma sapan yerlerden gelirse geliyor. Bu is ise sacma sapan olmamasi gereken bir is. Yine de dunya boyle donmuyor. Walt Disney basta olmak uzere dunyadaki herkes (ki buna Tom Waits de dahil) calinan sarki ve filmlerini calanlari mahkemeye vermis ve de haklarini almislar. Ben de ne kadar boyle desem de birgun birileri benim hakkimi yediginde (? ki oyle mi acaba???) ondan hesabini sorucam. Ya da nedir olay?

Karar veremiyorum. 35 gayme de cok be kardesim...

Monday, December 11, 2006

Konuk Sebze

Yemek tasarimlarimda belli bir talk show yaklasimi var. Her icad ettigim yemekte ayni temel kalibi kullaniyorum. Once sogan ve sarimsak dograniyor. Onlarla beraber protein olacak olan sey tavaya atiliyor. Et, kiyma ya da tavuk... Bunlar biraz pistikten sonra haftanin konuk sebzesi ortama getiriliyor. Bu hafta konuk sebzem karnibahardi. Daha onceleri patlican ve mantarla da calismisligim oldu. Ama karnibahari gorunce dayanamayip aldim ve yesil yerlerini kesip atmam gerektigini tahmin ettim. Biyolog olan ev arkadasim tarafindan da bu tahminim onaylandi.

Konul sebzenin ardindan domates dogruyorum. Bunlar biraz kaynadiktan sonra ise yemegin ana dolgunlugunu olusturacak olan iki bardak pirinc ilave ediliyor. sonra da 4 bardak su. yarim saat sonra 3 gunluk yemegim hazir oluyor.

Ise gec kaldiiiiiiim....

Tuesday, December 05, 2006

Son kararim : Cin yemegini sevmiyorum

Yaklasik bir senedir muhtelif yerlerde maruz kaldigim Cin yemegiyle ilgili bir genellemeye ancak varabildim. Bu kadar uzun sure beklememin sebebi baska baska yerlerde de tadaraktan rasyonel bir sonuca ulasabilmektir. Bazen icindekileri okuyarak, bazen arkadaslarim ne aliyorsa ondan ismarlayarak, birkac kez de cince harfleri okuyamadigim icin kicimdan atarak ismarladigim bir dizi ogun sonunda genel bir yargiya vardigimi soyleyebilirim:

Cin yemegini sevmiyorum.

Sebepler:

1 - Cinlilerin hayvanlari yemekten gayet gurur duyduklarini dusunuyorum. Cunku yemeyi planladiklari hayvanlari cansiz ve pismis bir sekilde kapinin yanindaki vitrine asiyorlar. Bazen hangi hayvan oldugunu kestiremedigim bu pembe et parcalari Cinlilere besin zincirinde bu zavallilardan bir basamak daha yukarida olduklarini hatirlatip onlari rahatlatirken beni geriyor, uzuyor, moralimi bozuyor.

2 - Sabahlari yenmek uzere yaptiklar poaca gibi seyler var. Bunlar cok ucuz ve isimleri de heyecan uyandiriyor. Mesela sosisli poaca, yumurtali baconlu poaca, hamli poaca, peynirli salamli poaca gibi. Nitekim bunlari yemege kalktigimda hepsinin tatli oldugunun ayirdina variyorum. Sosisi tatli tatli yediginizi dusunun. Heyecanim kursagimda kaliyor. Cinlilere bir kez daha saydiriyorum icimden. Ben yapsam simdi poacanin icine koysam salami kasari nasi olur diye de hayal etmekten kendimi alamiyorum sabah sabah.

3 - Deniz urunleri corbalarini yemenin tek yolu bakmamak. Eger assagi bakarsaniz o seyi yemezsiniz. Ama tadi guzel bi sekilde. Yine de deniz urunu corbalarini yerken icinde yuzen seyleri gormemeye calismak, dikkati karsinizdakine vermek, saga ya da sola vermek buldugum en guzel yol. Bu sekilde ikide bir "bu ne, bu ne?" diye sormuyor, dinledikce kendi kendime "keske sormasaymisim" demiyorum.

4 - Bu insanlarin herseyin icine tatli koymak gibi bir huylari var. Bir iki seferlik idare edebiliyorum. Fakat her ismarladigim tavukta da seker tadi alinca tepem ativeriyor.

5 - Kesfettigim diger birsey bu insanlari bir sekilde tum et turlerini ayni ete cevirebilen bir terbiye bulmus olmalari. Bu terbiyeyle yapilmis etleri gozu kapali yerseniz ayiramiyorsunuz. Ornegin tavuk dana gibi, dana koyun gibi, balik tavuk gibi kokuyor ve tadlari ayni. Ustelik hepsi sanirim ayni turden bir sosun icerisinden cikiyorlar. Bu sosun da yumurtali oldugu konusunda suphelerim var.

6 - Pilavlari bizim mutfagimizin tam tersini hedeflemis ve 12 den vurmus. Birbirine yapistirilan pirinclerden lokmalar olusturup cubuklarla yemeye calisiyoruz. Nerde tane tane leziz pilav... Bizim memlekette yasayan Cinli kiz evde kalir.

Bu simdilik aklima gelen birkac tane ana sebep. Gecenlerde arkadaslardan biri heyecanla "Haydi Cin lokantasina gidelim" dedi. Ben "hayir" dedim. Herkes bana huysuz dedi. Daha boktan bir yere gittik. Ama yani Cin lokantasina gitmedim. Yanliz daha denemedigim bisey var. Adi Dim Sum. Cok methini duyuyorum. Endiseliyim ama yine de denicem. Hadi bakalim.

Saturday, December 02, 2006

Kar yine

Her sene ilk kar yagdiginda ayni seyi hissediyorum sanki. Boris Vian - Bukowski - Tom Waits karisimi bir ruh haline geliveriyorum. Neden bilmiyorum. Ama bu kitada yasayan ve yazan insanlara sanki bir adim daha yaklasiyorum. Yanliz neden Bukowski ve Tom Waits e yaklasiyorum acaba. Yani onlari daha yakin mi hissediyorum.

Tam bir sene once ilk kar yagdigi gun Clarkson diye bir tren istasyonunda tren bekliyordum. Siniftakilerin "Photoshop Uncle" diye dalga gectikleri isimden geri donuyordum. "Photoshop Uncle(Amca)" benim ilk isimdi. 65 yasindaki bu adam (Richard Pokorny) sanirim bir Alman gocmeniydi. Cektigi fotograflari fotoshopta oynamak istiyordu ve sonunda da dostlarina bir dia gosterisi yapacakti. Amerika ve Avrupada birkac yere gitme firsati olmus. Oralarda bircok fotograf cekmis. Sag elinin isaret ve orta parmagi yoktu. El sikisirken bu durumu anlayip saniyenin binde biri kadar bile bozuntuya vermeden devam etmistim. Kendimi kutladim sonra. (Gerci deklansore nasil bastigini hala dusunuyorum ara sira.) Benden ona birtakim programlari ogretmemi ve de gosteriyi hazirlamami istiyordu. Okulda rastlamistim ilana. Bir iki ay falan gitmistim bu is icin.

Neyse Clarksonda tren beklerken yukari isiga bakmistim. Sonra kar tanelerini gormustum. Sanki cok onemli bir anin baslangici gibi hissetmistim. Ama ayni zamanda caresiz ve umutsuz hissetmistim. Elim kolum bagli hissetmistim. Ve kotu hissetmistim. Bukowski gibi kufretmistim. Tom Waits'in sarkilarinda anlattigi komsularindan biri gibi hissetmistim. Gri polarimin kafaligini kafama gecirmistim somurtarak. Bir tren gecmisti.

Bugun yine ayni sey oldu. Bir arkadasimla alisverise gidiyorduk. Yola cikinca gordum kar yagdigini. Yine ayni moda girdim. Gri polarim yirtildigi icin artik cok ender giyiyorum. Ama paltomun kafaligini kapatirken yine somurtup kufrettim.

Hadi bakalim...

Wednesday, November 29, 2006

Kontrast

Tom Waits - "Soldiers Things" dinleyerek 4-6 yas arasi cocuklar icin
sevimli animasyon yapmak

En kalabalik, yogun ve karmasik zamanlarimda aklima en yaratici film fikirlerinin gelmesi, onlari bir yerlere basitce not edecek kadar vakit bulabilmek. Sonra hayat sakinlesince bu fikirlerin bazilari uzerinde calismaya yemin etmek, ve lakin sonradan da yapmamak/yapamamak.

Gaza gelmek. Gaza gelmeyi sevmek. Imkansizliklar icinde yavas yavas sonen gazin goz yasartici kokusu. Gecenin 11 inde (ki uyku saatimi tam 1 saat gecmis oluyor) "hadi film yapicam - super fikir" diyerek gaza gelmek - modellemeye baslamak. 12 gibi daha modellemenin yarisina gelmeden onumde - rigging, blend shapeler, yuz ifadeleri, texturelar, shaderlar, isiklar, mekanlar, diger karakterler, render setuplari, compositing gibi seyler oldugunu hatirlayip mutsuz bi sekilde uyumak. Ama yine de baslayabilmek butun bu seye. Defterime notlar almak.

Her seye ragmen dolma yapmak. Biberlerin icine evde buldugum herseyi tikmak - Sosis, mercimek, pirinc, domates... Dolmanin super olmasi, saskinlikla karisik mutluluk (yanliz tuzu unutmusum).

Animasyon kiyafetim olmasi. (Animasyon yapmanin en iyi yolu kendin oynamak. Oynadigini videoya cekmek, ya da aynadan bakmak. Mesela yerden kalkan adam yapmam gerekirse yere yatiyorum. Sonra kalkiyorum aynaya bakarak. O yuzden kiyafetimin yerlerde yuvarlanmaya musait olmasi lazim. Digerleri utandiklari icin ya da kendilerine yediremedikleri icin oynamiyorlar.)

MP3 calarimin gun gectikce bazi konularda hassaslasmasi. Ilk aldigimda her kosulda calarken bugun en kucuk darbede ya da sallantida kusmesi, bunalima girmesi, kendini kapatmasi, sonra kaldigim sarkiyi tekrar bulana kadar bana bissuru zaman kaybettirmesi (cin mali)...

Dunyanin bir yerinde hersey yolunda giderken diger yerinde herseyin allak bullak olmasi, bu ikisinin ayni anda olmasi...

Sevdiginden bu kadar uzak olmak ve onu bu kadar derin ve tutkulu sevebilmek...

Saturday, November 25, 2006

Southpark Season 9 Episode 12

Katiliyorum.

Sayntolojiyle ilgili yaptiklari bolum. Koptum. Tom Cruise bunu yayinlarsaniz MI3 te oynamam demisti. Simdi izledim.

Katiliyorum.

Birkez daha Trey Parker ve Matt Stone ikilisiyle kalplerimiz ayni anda atiyormus. Assagi yukari hayattaki her seyde ayni dusunuyoruz. Izledigim her bolumde biraz daha emin oluyorum. Hayat, mutluluk, uzuntu, populer kultur, Rambo ve son olarak sayntoloji...

Katiliyorum...

(indirmesi biraz mesakkatli ama buradan deneyebilirsiniz http://www.southparkx.net/episodes/912-trapped-in-the-closet )

Tuesday, November 21, 2006

Yeni is

Yeni isim cok ilginc. Cocuklar icin bir TV dizisi yapiyoruz. Cizgi dizi. Yavastan karakterlere ve Houdini ye alismaya basladim. Birkac walkcycle falan yaptim. Hersey iyi gidiyor yalniz...

Bu cizgi film yaptigimiz cocuklar 4 - 6 yas arasi cocuklar. Ve sanirim hepsi kiz. Ve ayrica sanirim pek normal degiller. Ben biraz geri zekali olduklarini dusunuyorum. Yani o yaslarda zaten bence insanin cok zeki olmasini bekleyemeyiz. 4 yasindayken denizatlarinin nasil urediklerini bilmiyordum ben mesela... (bi dakka ben hala bilmiyorum bunu). Herneyse 4 yasindaki bu cocuklarin bence zekalarinin gelismesine katkida bulunmamiz lazimdi bu cizgi filimle. Fakat fikrimce onlari daha derin ve icinden cikilmaz bir ucuruma dogru itecegiz. Yani su ana kadar gordugum karakterlerden ve bana anlatilanlardan cikardiklarim bunlar. Ama belli olmaz. Belki de cok akillica ve politik konulara da deginirler. Boylece kucuk insanlarin gelisiminde belki de bir katkimiz olur. Yani belki de onlara birseyler asilamak icin onlarin dilinden konusmak gerekiyordur. O yuzden bu kadar sevimli karakterler falan yapmislardir. Bir kere guvenlerini kazaninca onlara insan haklari, demokrasi ve orgu ormek gibi konularda bir takim bilgiler vericeklerdir.

Hadi bakalim. Bindik bir alamete, gidiyoruz heyecanla...

Friday, November 17, 2006

Home Bitter Sweet Home

Lise 1 den beri boyle bir tatil yapmamisim. Bu kadar uzun ve kaygusuz. Neredeyse 2 ay dunya yuzeyinden silindim. Denizler astim. Aileme gittim bir sure. Uzun bir sure de sevdigim kizin yaninda yasadim. Gulumsuyorum ben simdi. Icim umutla doldu.

Sanki cok tatil beni bayar gibi gelirdi hep. Cok caliskan birisiyimdir normalde (masallah). Yanliz su iki ay kopuk gecti. Sanirim bir onceki isimde cok calistirdiklari icin oldu. Ne kaygilandim (sinirlari gecme hadiseleri disinda) ne de sucluluk hissettim. Mouse denen seye maillerim disinda dokunmadim. Bazen kucuk notlar aldim ve birseyler cizdim. Onun disinda hicbirsey yapmadim. Sadece yasamaya devam ettim. Tatil hic baymadi. Tatil bir ruya gibiydi. Tatil benimle, ben tatille birbirimizi bulduk. Birbirimizi unutmustuk. Hatirladim, iyi oldu.

Blog yazmadim. Cunku yazmama gerek yoktu. Bisey yapmamiza da gerek yoktu. Ama her an dopdoluydu. Cok yere gittik, fildir fildir donduk orada burada... Bu kadar guzel biseyi hakettim mi acaba? Ingiliz dunyasina, iskoc dunyasina, antalya ve ankara piyasalarina girme firsatim oldu. Raki ictik, saraap ictik. Eeeyleeendik. Hangi birini yazayim. Yazamam hepsini. Yavuklumu gordum. Anami babami gordum. Gurbete geri geldim. Gelir gelmez de calismaya basliyorum. Bunye geri gitmek istiyor dogal olarak. Benim ev obur taraf.

Allah hepimize akil, fikir, iyilik ve saglik versin.

Thursday, September 21, 2006

00:18/00:11

Internet kafedeki bilgisayarin kosesinde boyle yaziyor. Yani 18 dakka harcamisim geriye 11 dakka kalmis. Maillerime baktim. Kritik bir mail gonderdim.

Is konulariyla ilgili yapmaya calistigim politikalar kicimda patladi. Bu islerin adami olmadigim bir kez daha ortaya cikti. Yine de bir sekilde ayakta kalmayi basardim. Bu kadar rekabet dolu bir endustride savasci, hircin ve celik gibi sinirlere sahip olmak lazim. Basarabileceginin bir kismini gorusmeler, blofler, ve bir takim ruhsal denklemler icerisinde carcur etmen gerekiyor. Ya da benimki oyle oluyor en azindan. Yine de herkesi memnun tutmak icin her turlu cabayi gosteriyorum.

00:22/00:07

Yasadiklarimizin ne kadarini hakediyoruz, ya da haketmiyoruz... Bence haketmedigimiz seyleri yasayamiyoruz. Bir sekilde bir tur evrensel adalet bizi durduruyor. Ya da basarsak bile onlardan almamiz gereken duygusal degisikligi alamiyoruz. Birseyler bizi engelliyor, kisitliyor. Ne kadar ugrasirsak ugrasalim yasayabilmemiz gerektigi ve hakettigimiz kadarini yasayabiliyoruz. O yuzden bir yerde durup birakmak gerekiyor. Eeeh artik bu kadar oluyor diyebilmek gerekiyor. Yelkenleri suya indirmek, gemiyi terkedip suya atlamak, "amaaaan neyse ne" diyerekten bosluga dogru yuzebilmek gerekiyor.

Hersey yolunda. Zaten boyle olmasi gerekiyordu.

00:27/00:02

artik riske atmiyip postaliyorum bu seyi.

Thursday, September 14, 2006

Stress Overdose

Alistim artik sanki. Tek sorun geceleri uyuyamiyorum. Eskiden sabahlari zor kalkardim. Simdi kedilerden once kalkiyorum. Kapimi tirmalamarina gerek kalmadan yemeklerini veriyorum.

Aslinda neden bu kadar stres oldugunu anlamiyorum. Hersey yolunda. Sanirim hep daha fazlasini istiyor insanoglu. Ondan.

Geceleri sabaha dogru uyaniyorum. O gun hangi adamlara hangi cumleleri soylemem gerektigini hesaplamaya calisiyorum. Nerelere hangi kagitlari gondermem gerektigini, kimlere telefon acip neleri sormam gerektigini, neleri nasil isteyecegimi planlamaya calisiyorum.

Is hayatinda daha az politika olmasini isterdim. Bazen hersey o kadar birbirine bagli oluyor ki. Birisine birsey soyluyorsun, digeri baska birsey yapiyor ve tum hayatin degisebiliyor. Bazi cumlelerin soylenmemesi gerekiyor. Bazi anahtar kelimelerin bilhassa soylenmesi gerekiyor. Bazi durumlarda somurtmak gerekiyor. Bazen ise gulumsemek.

Ne yazik ki ben boyle seylerin adami degilim. Hayatimin cok basit olmasini istiyorum ben. Hersey giderek karmasiklasiyor, ve sonra bir zirve yapiyor ve bir sureligine basitlesiyor. O zaman durup dusunuyor insan. Ne yazik ki bugunler oyle degil cok. Sabah 6:30 da blog yaziyorum. Ama hayat guzel...

Friday, September 01, 2006

Andy Warhol vs. Cronenberg

Cronenberg bir Andy Warhol sergisi duzenledi. Bizzat kendisi de sergi boyunca Warhol'un islerini anlatiyor. Telefon gibi birsey araciligla. Kulagimiza tutuyoruz. Dinlemek istedigimiz resmin numarasina basiyoruz. Cronenberg anlatiyor. Eglenceli. Ama disaridan bakinca cok komik gorunuyor. Bir ara telefon gibi seyi birakip uzaktan insanlara baktim. Bir Andy Warhol tablosu gibi gorunuyorlardi. Birsuru garip garip insan ellerinde birsey tutarak ya da o seyi dinlemeye calisarak bir resime bakiyor. Hersey seri uretilmis. Insanlar birbirinden cok farkli ama seri uretilmis bir ortak deneyim yasiyorlar. Sonra ben de telefonumu dinlemeye devam ettim.

Andy Warhol zamaninin oncu, gay, cilgin, bunalim sanatcisi. Baski teknigiyle yaptigi bir takim resimler var. Bir sekilde ipek baskiyi kesfetmis. Gazetelerden, dergilerden buldugu resimleri ipek baskiyla, tasarim kurallari icerisinde ust uste yan yana falan basarak yeni bir tarz uretmis. Tasarim tarihinde gormustuk bunlari. O zaman resimlerini gordugum ve simdi sergideki tablolara bakarken de hissettigim sey suydu: "eeee...??"

Kendisinin gayet ezik oldugu cok acik. Hep bir holivud yildizi olmak istemis hayati boyunca. Unlu olmaya karsi ozel bir saplantisi var. O yuzden unlulerin resimlerini ust uste basmis bir cok tablosunda. Ama sanirim biraz tipsiz. O yuzden kendi holivudunu yaratmaya karar vermis ve de "Fabrika" yi acmis. Kendi capinda fabrika baya bir etkili olmus. Zira fabrikanin yildizi olmak icin Elvis kadar yakisikli olmaya gerek yokmus. Sonunda bir gun bir kamera almayi almayi basarmis ve filmler cekmeye baslamis. (Bence cok iyi bir fikir degilmis). Sonra da unlu bir yonetmen olmus. (Aslinda bu benim simdiye kadar neden unlu bir fotograf sanatcisi ya da unlu bir yonetmen olmadigimi acikliyor. Cunku kameram yok. ) Filmleri cok "deneysel".

Orada izledigim filmleri "couch" (Bir koltuk var. Warhol kamerayi acip koltukta olanlari cekiyormus. Koltukta da soyle seyler oluyor; mesela adamlar ve kadinlar muz yiyiyor yavas yavas, sonra adamlar sigara sardilar, sonra adamlar soyundu ve gurestiler(?!)... bunun gibi sacma sapan seyler.) "blowjob" (Sadece adamin yuzunu gosteriyor.) "kiss" (biraz gereksiz olmus) Screentest #1 (bu daha da gereksizdi, fotograf ceker gibi yarim saat bi adami dururken cekiyor), Empire State (Ayni sekilde binayi cekmis.). Bikac tane daha sacma sapan film vardi. Ama hatirlamiyorum simdi. Zaten sonuna kadar izlemiyor kimse filmleri. Bir tabloymus gibi bakip geciyoruz.

Cronenberg idare eder bi adamdi. Existenz de mesela bazen hersey gayet iyi akmasina ragmen filmin oldugu anlar vardi. History of Violence da bu cok daha belirgindi. Bazen hersey cok guzel akiyor. Sonra bir anda birkac sahne arka arkaya geliyor. Ben bunaliyorum. Sonra tekrar yakaliyor akisi film. Bence Cronenberg maalesef Kubrick'ten biraz etkilenmis. Tum sorunu bu. Neyse ben kimim ki?...

Saturday, August 26, 2006

Amca! Yanlis caliyon!

Cin mahallesinin kosesinde bi adam var. Bu adam cok yasli ve bizim kabak kemaneye benzer bir enstruman caliyo. Asyali, Cinli ya da Vietnamli artik bilmiyorum. Tam trafik isiklarinin orda duruyor hep. Beklerken denk geliyorum. Her seferinde ayni sarkiyi caliyor. Ve de ayni sarkinin ayni yerini. 20 sefer gectiysem ordan, hepsinde ayni ezgiyi duydum.

Yanliz bu ezginin bi sorunu var. Hersey guzel gidiyor bir yere kadar. Capon muzigi gibi bisiy. Piyanonun sadece siyah tuslarina basarak birsey caldiginda oyle ezgiler cikar. Notalar falan guzel ama zamanlar bir yerde acayip kopuyor. 2/4 luk gidiyor bir yere kadar. mesela 8 olcu falan. 9. da 3/4 luk oluyor. Ya caponlar halk muziklerinde bu tur ritmsel manyakliklar yapmislar ya da adam yanlis caliyor. Bence adam yanlis caliyor.

Yazik aslinda. Kimbilir neler yasamis buralara dusmustur. Belki de sevgilisi Amerikalilar tarafindan esir alinmis bir Vietnamli komutandir. Sonra Amerikalilar memleket sirlarini vermezse kizi olduruceklerini soylemislerdir. Adam da zavalli naapsin, kalbinin bir yarisi... Ama general de ona guveniyor. Savasin kazanilmasini saglayacak cok onemli mektubu buna vermis. Amerikalilar bunun haberini alinca kizi kacirmislar. (Baslarinda Rambo var). Zavalli adam sevdigini oyle gavur ellerde aci cekerken gorunce dayanamamis mektubu Amerikalilara satmis. Ama tam mektubu teslim ederken General baskin yapmis olabilir. Ya baskin sirasinda kiz vurulup olmusse... Adam da zor kurtulmussa... Adam sonra artik hicbiyere ait olmadigina karar vermis olabilir. Ne Vietnama, ne de bu dunyaya. Sonra yuzmeye baslamis. Ve buralara ulasmis. Yolda buldugu kabaklardan o aleti yapmis ve sonra kizla "bizim sarkimiz" dedikleri sarkiyi calmaya calisiyo olabilir.

Adama gidip "Amca yanlis caliyon" denmez bu saatten sonra.

Iyi bir gun

Isten hava kararmadan ayrilmayi basardim. Tavuk, marul, domates, limon aldim. Kizarmis tam tavuk. Eve geldigimde hala hava kararmamisti. Marullari dogradim, domatesleri de, limon siktim. Ev arkadasi da yeni uyanmisti. Tavugu ikiye bolduk. Salata dag gibi oldu. Mukemmel balkona ciktik. Obur ev arkadasi olmadigindan. Biralari actik. Hava kararana kadar yedik tavuklari. Superlerdi.

Sonra herseyi yikadim. Bu arada bira icmeye devam ettim. Buz gibi. Mmmm ozlemisim. Sonra kuveti doldurdum sicak suyla. Masaj merkezinin promosyon olarak dagittigi sabun gibi seyi icine serptim. Mumlarimi yaktim, mp3 calarim ve bilgisayarin hoparlorlerini tasidim. Biralar buzlukta oyle bi kivama gelmisti ki, uclari hafif buzlanmis. Mukemmel. Sonra erkan ogur dinleyerek, sicak sulara girerek, buz gibi birayi icmeye basladim. Biseyler dusunmeyi planlamistim. Ama hicbisey dusunemedim. Aklima hicbisey gelmedi. Kendimi zorlasam da. Sadece durabildim.

Cok sevdim o durumu. Hep biseyler dusundugumu anladim. Uyumadan once, tramvayda, iste, yemek yerken, bilgisayarla ugrasirken, heryerde... Her zaman... Kafam biseylerle dolu... Isler, gucler, hayaller, vizeler, sevdigim, insanlar, animasyon, ...

Dusunememe ragmen bira icebiliyordum hala. Insan gozlerini kapayinca baska birseye donusuyor tum atmosfer. Muzik, isik ve sicak... Acayip birseydi. Iki buzlu birayi tukettim orda.

Sonra toparlanip odama gittim, bi bira daha icip sizdim. Gecenin korunde birileri aradi. Gelmeyin sizdim dedim... Ehehe.

Monday, August 21, 2006

Kotu bir gun dostum

Sabah ise geldim. 4 gundur ustunde calistigim sahneye baktim. At adam, okuz adami dovuyor... At adami kosarken kitaptan bakarak yapabilirim. Ama dovusurken... Tam bir rezalet. Ayaklar bok gibi gorunuyordu. Patrona gosterdim ve ayaklari yapamadim ve de yapabilcek gibi de gorunmuyorum dedim. Bu arada acayip de dovusturmustum. Biri tos atiyo oburu tekme atiyor falan. Baya ugrasmistim. Guzel gibiydi. At adamin ayaklari haric. Herneyse patron bakti. Bosver bunu birak dedi. Baska bi taneye basla dedi. Kurt adam keci adami yesin dedi. Ama hayal kirikligina ugradi. Ben de ugradim hayal kirikligina. Niye yapamadim ki. Sonra arkadaslarim geldi ve onlar da hayal kirikligina ugradi. Yani tabii ki zor daha cok zaman harcaman lazim falan dediler. Ama at adam kardesim. Ayaklari at gibi gorunmuyo iste. Cok dandik gorunuyo. Carlosu cagirdim. O Disneyde 5 6 sene calismis super bi herif. Bakti. Cok fazla sey yapmissin dedi. Bu atin ayaklarini cozene kadar gotun cikar dedi. Daha basit biseyler yap, bu yaptiginin yarisi bile yeterdi dedi.

Ac gozluluk yaptigima karar verdim. Canavar gibi olabilecek en zor hareketleri, maksimum kontaklari ya da fiziksel ve anatomik olarak yapilmasi cok zor seyleri yapmaya calisiyorum. Bu sonuncusunda acayip cuvalladim dogal olarak. Ben daha ata binmemis bi insanim, ati nasil oynatiym.

Neyse diyerek gunume devam etmeye basladim. Sonra istekilere caktirmadan is gorusmesine gitmem gerekiyodu. Istekiler cakarsa simdiki olanaklarimdan da mahrum olabilirdim. O yuzden cok tehlikeli bi hareketti. Ogle yemegine cikar gibi gitmek en mantiklisiydi. Ama cantami alirsam nereye diye sorcaklar. O zaman gomlegimin icine DVDmi saklayip kaciym dedim. Sonra yaptim bunu. Kosarak kactim. Tramvaya bindim. Sonra gorusmeye gitmeden dunyanin en igrenc pizzasini yedim. Pizzaya olan inancim sarsildi. Gorusmeye gittigimde DVD ye gerek olmadigini anladim. Onlarda varmis zaten. Neyse gorusme iyi gecti. Sonra geri donerken elimde DVDyle yakalanmamak icin kastim, DVDmi cope attim. (Cok salagim) Ama ise yaradi cunku patron giriste beni karsiladi, elimde DVD olsaydi sicmistim. Bu gerginligi de atlatip kurtadama dondum.

Aksama dogru kurtadamin da bugun cok guzel oynamadigini hissettim. Orayi terketmeye karar verdim. Ama patron kapida nobet tutuyordu. Bu yuzden elemanlardan birinin kesfettigi bodrumdaki otopark cikisini kullanmaya karar verdim. Kacmayi basardim. Muzik dinleyerek eve dogru yururken MP3 playerimin pili bitti. Ve o an bugunun guzel bi gun olmadigina kanaat getirdim- yazmaya karar verdim. Sebebini dusundum. Acaba ugurlu lifimle yikanamadigim icin mi oldu. Yoksa yeni aldigim deodorant mi ugursuz geldi. Orta ugurlu donlarimdan birini giymistim yine de kotu gecti. Sanirim bu donu ugursuz sinifina sokucam bugunku performansindan sonra.

Neyseki sag saglim evime ulastim. Simdi toparlanip yarin yeniden saldirmam gerekiyor dunyaya. Canim hicbisey yapmak istemiyor nedense. Ustelik bissuru is var.
Amaaaan. Boktan bigun. E ama yani. Hergun de iyi mi geccek.

Thursday, August 17, 2006

Lolly Poo Lee

Ya Hintli herif bi film yapti. Buradan izleyebilirsiniz. Herkes biseyler yapti. Yanliz bu adam Internete gondermeye basladi filmini. Forumlara gonderiyor, dergilere gonderiyor, sirketlere gonderiyor... Ama devamli gonderiyor. En sonunda birkac unlu siteye cikti. 3d total kapak yapti bunu. Sagda solda filmine bakmaya basladilar. Sonra google a filminin adini yazip baska kimlerin yayinladigini bulmaya basladi. Cinliler, garip garip film siteleri, birkac porno sitede falan buldu filmini. Buldugu her yerde daha cok mutlu olup bunlari bana gostermeye basladi. Ilk baslarda "oh oh pek guzel pek guzel" diyordum. Sonra artik baymaya basladi. "Eeeeeh tamam super". Sonunda kusturdu. "Yeter lan `Lolly Poo Lee` `Lolly Poo Lee` beynimizi yedin" demeye basladim. Oyle diyince daha bir sevkle interneti taramaya basladi ve bulunca beni sinir etmek icin hevesle gostermeye basladi. Hatta geceleri saat 2 ye kadar baska sitelerde de ciksin diye e-mailler falan atmis, bissuru kasmis...

Sonra biz beraber bi festivali kazandik. Gosterilcek filmlerimiz: Ben dedim ki "ben izlemicem senin filmi, kustu butun siber dunya senin filmden". Bunun uzerine assagidaki sevimli posteri yapti benim icin.



Gordugunuz igrenc sey Lolly Poo Lee nin kendisi. Bu kare de filminde bu gerzek hatunun adama saldirip opmeye calistigi sahneden. Tabi Turkceleri biraz zayif. Henuz cok ogretemedim. Ozellikle yazmayi cok becerememisler. Ama iste Hintli. Naaparsin. Yazik.

Buradaki en samimi ve iyi arkadaslarim Hintliler. O yuzden acayip saydirabiliyorum. Ustelik Turkce bilmiyorlar. Bu durumda istedigim kadar saydirabiliyorum. Ve cevremizde baska Turk te yok. O yuzden iyice saydirabiliyorum. Gercekten kotu muyum?

Evet.

Wednesday, August 09, 2006

Kediler

Sonunda basima kaldilar.

Evimizde iki tane kedi var. Rockee ve Apache. Ikisi de disi ve kisirlar. Rockee gayet uyuz bir kedi. Butun gun kicini o koltuktan bu koltuga yayip duruyor. Bir de sabahlari 6:30 da kapimi tirmalayarak beslenme talebini dile getiriyor. Ben soylene soylene mamasini tasa bosaltirken bar bar bagiriyor. Oburu daha uyanik. Arada bir ekmeklerimizi caliyor. Rockee yi dovdugu oluyor. Ya da balkonda yakaladigi kuslari getirip gozumuzun onune atiyor. Ben birseyler anlatmaya calistiklarini savunsam da biyolog olan Pat (ev arkadasi) o kadar zeki olmadiklarini soyluyor. Bence evden gitmezsek bizi olduruceklerini ima ediyorlar. En azindan Apache.

Sabah erken kalktigim icin ben beslesem de diger tum isleri Pat yapiyordu bugune kadar. Yani kumu temizlemek, suyu koymak, diger beslenme aktiviteleri vs... Pat bir ayligina cole gidiyor. Orda bitkileri arastircakmis. Kediler de bana patladi bu durumda.

Kedileri severim aslinda. Ama bizim icin kediler evde yasayan diger seylerden cok farkli degildir ki. Kediler bizim yemek artiklarimizla beslenirler, hasta olduklarinda ya da dogurduklarinda sut veririz. Yemek bulamazlarsa avlanirlar. Kertenkele, bocek yerler. Zaten her zaman bes alti tane kedi olur ortalikta. Anne kedimiz dogurdukca nesilden nesile kediler gelir, kediler gider. Belli bir yasa kadar anneleri onlara bakar, yeterince buyuyunce tekmeyi basar. Digerleriyle anlasabilirlerse ya da daha yagli bir kapi bulmazlarsa bizimle yasamaya devam ederler. Bir nevi kontratli calismak gibi. Yanliz anne kediyi kadroya almis durumdayiz. O nesillerdir evimizde. Ve calisiyor memur gibi. Avlaniyor, doguruyor, bilumum kedi kopekle dovusuyor arada.

Bu kediler de buranin devlet memuru gibi. Yayiyorlar paso. O koltuktan bu koltuga... Ozel mamalar aliniyor, kendilerine ozel mama taslari var. Tasin ustunde adlari yaziyo. (Yani bu insanlari anlamiyorum. Kedi onu okicak da gelip ordan mi yicek. Yoksa biz iki tasi karistirsak bunlar yemicek mi o tastan. "Yok bu Rockeenin tasi, siz beni ne saniyosunuz?" mu dicek. Tas lan iste) Aristokrat kedisi bunlar. Neyse ki Venus (obur ev arkadasi) var. Arada bir arayip "kediyi besler misin" diye agliyorum. Gerci o da paso dugunlere gidiyo bu ara. Gecen gun gay wedding e gitti.

Neyse bakalim ilerleyen zaman ne gostericek. Kediler ve ben nasil anlasicaz. Bu durum gelecegimizi nasil etkileyecek? Arkasi yarin.

Friday, August 04, 2006

Sokak Adamlari

Genelde ben konusmam sokak adamlariyla. Guvenli degil cok bizim ulkede. Ama burada kendimi guvende hissettim. Konustum.

1 - Bir seferinde biracinin onunde dilenen bi adam vardi. Biz bir iki bira aldik, ciktik, bir arkadasimizi beklerken geldi, " eglence var galiba bu gece, bana da bi ceyreklik versenize" dedi. Ben "biz o ceyreklik ve eglence icin gunde 10 saat calisiyoruz, sen naapiyosun?" dedim. "Haklisin tam bir loser (kaybeden) im " dedi. "Hayir tembelsin ve ceyrekligi haketmiyosun" dedim. Sonra yavastan segirtti, baskalarina falan sormaya basladi.

2 - Eski (calinan) bisikletimi baglarken bir adam geldi. Benimkinden daha yeni gorunen bisikletini benimkinin yanina bagladi. Bikac adim atti. Elini acip "bir dolarin var mi?" dedi. "Ne guzel bisikletin var oyle, benimkinden iyi durumda, satsana" dedim. Sonra bi daha bakmadi yuzume, saga sola bakmaya basladi. Tanimamazliktan geldi.

Saldirgan oluyorum bazen bu insanlara. Gerci dostum Toygar Gedik kadar olamam. Istiklalde "Gel BEN seni tartiym" diye cocuklari kovalardi. Manyak. Herneyse. Bunlar farkli ama. Bunlarin saglik sigortasi var, issizlik sigortasi var, imkanlari var, herseyleri var... Amaclari yok. O yuzden canki oluyorlar. Bu insanlari tokatlayip 3. dunya ulkelerine gondermek istiyorum, orada hayatta kalma savasi vermelerini istiyorum uc bes sene. Sonra geri getirip sokaga birakmak istiyorum. Acaba yine ayni seyi yapicaklar mi? (Ben de artis olmusum yanliz.)

Tuesday, August 01, 2006

Patron vs. Keni 2

ya bu insanlarin isi gucu yok mu anlamiyorum. ya da "bu ne bicim is yeri" Keni'nin deyisiyle. uc yuz, bes yuz derken sonunda bin dolarlik bir bahis ortaya atildi. Sanirim Keni'nin patrona zarar verme istegi butun bunlara sebep oluyor. Nerde sacma sapan bi iddia varsa orda bulusuyorlar. Son iddia da soyle: VorIn (baska bir eleman) ve Keni el ele tutusucaklar. Ustlerinde sadece patronun onlar icin alacagi tanga don olacak. Sokaga cikacaklar. Kosarak trafik isiklarina deyip geri gelicekler. Bunun icin iki sokak gecmeleri gerekiyor. Bu iki sokak da bissuru sirketin bulundugu binalarin arasinda.

Isi gucu biraktilar. Internetten begendiler, patron gitti donlari aldi. Donlar gercekten sapik. G string gibi. Keni defalarca "ben yapmak istemiyorum" dedi. Ama birkere tamam demis artik. Geri donmeyi de yediremiyor. Diger sirketlerde bissuru arkadaslari var. Ve idda geregi tam yemek saatinde bunu yapmalari gerekiyo. VorIn ise cok daha ucuza gitti :400 dolar. (Ya onu pek anlamiyorum). Patron klasik yine kicinda patlayan bahsi bize dagitmaya calisti: izlemek istiyosak 10 dolar vercekmisiz. "Bu ne bicim is yeri".

Abarttilar bence. Aciz biz burda. Bu dangalaklar para saciyo ortaliga. (Tabi yine ben yarin "Keeni" diye bagiranlarin yaninda yerimi alicam.)

Bunun ustune gecen gun bi arkadastan dinledigim fikrayi yaziym: Cok zengin bir adam bir kizla yemek yiyormus. Ona sormus: Sana 1 milyon dolar versem benimle yatar misin? Kiz dusunmus biraz. Yani bi seferlikten noolucak ki falan diyerekten "olur" demis. Adam " 10 dolar versem yatar misin?" demis. Kiz cok kizmis "beni fahise mi sandin" diye bagirmis. Adam da "az once ne oldugun konusunda fikir birligine vardik zaten, simdi fiyatta anlasiyoruz" demis.

Friday, July 28, 2006

Duygu dolu an

Gecen gun Hintliyle Filipinli birbirleriyle sakalasiyolardi. Bi tane tabanca var onla birbirlerine vuruyorlar falan. Sonra ben odaya girerken biri oburune "pezemenk" diye bagirdi (tam soyleyemiyorlar). Ama beni gormemisti, orada oldugumu bilmiyordu. Gozlerim doldu. Diger kulturlere biseyler ogretmeyi basarmisim. Cok mutluyum. Cok unlu ve onemli bir yemek olarak tanittigim ve soylettigim "s.ktiriboktan makarna" dan sonraki en buyuk basarimdir bu.

Monday, July 24, 2006

Rezalet

Pazar gunu patron yemek soyledi. 20 kisi falandik. Yemeklerin yaninda bir tur salata sosu ve eksi kremli bisey de geldi. Ama cok eksi ve tuzlu oldugundan (iclerinde sirke, tuz vs... vardi) kimse yemedi soslari. Patron da butun soslari bir kaba bosaltti. Karistirdi guzelce. Sonra bize donup "Bunu yiyene 100 dolar vericem" dedi. Herkes karisima yaklasti, icinde bir takim partikuller yuzen yag, sirke, tuz ve krem karisimina bakti. Bazilari hayatta yemem diye soylenirken digerleri daha dikkatli baktilar, birkac tanesi tadina bakmak istedi. Ama patron tadina bakmanin yasak oldugunu soyleyerek onlari engelledi. Ben oradaki soslardan sadece birini tatmistim dilimin ucuyla, yeterince igrencti. Kocaman kabi dusununce...

Sonra patron bahsi arttirdi. 200 dolar dedi. insanlar biraz daha bakindilar ama kimse yemeye yeltenmedi. Patron 300 dolar dedi. Sonra iclerinden biri bakti bakti, "Keni bunu yer" dedi.

Keni cinli gibi gorunen muhabbet bir adam. Tenis oynar, boks yapar, sigara icer, yaris motoru kullanir. Biraz garip bi adam. Kolunda tum kolunu cevreleyen bir dovmesi var. Nerde abuk subuk bir bahis ya da yapilcak pislik bir is varsa orada oluyor. Arada bir birileriyle falan guresiyor ornegin. Yerlerde yuvarlaniyolar. Yine de kendi kendine piyango duzenleyip paralari ic eden rus kizdan iyidir.

Her neyse, bu adamlar Keni'yi aradi. "biz boyle boyle bisey yaptik (hey allaaam) yer misin?" dediler. Keni 5 dakka sonra geldi motoruyla. Patron bunu duyunca endiselenmeye basladi. Masada buldugu karabiberlikteki tum karabiberi de karisima ekledi. Keni geldi. Bu bahis olayinin kicinda patladigini hissetmeye baslayan patron izlemek icin 2 dolar vermemiz gerektigini soyledi. Dunyanin en gerzek ve gereksiz gosterisine gitmek icin 2 dolar vermek bana garip gelse de kendimi digerleriyle beraber "keeeni keeeni" diye bagirirken buldum. Keni karisimin tadina bile bakmadi. Hepsini yedi. Patron tarafindan belirlenen 2 dakika kusmama suresini rahatlikla gecti, hatta iyi gorunuyodu. Sonra kusmadi bile.

Ertesi gun keni geldi yine. Sadece circir olmus. Ve 300 dolar kazandi. Haketti bence.

Saturday, July 22, 2006

Yagmur

Vucutlarimiz suyun icinde olustu. Hayatimiz boyunca denize girdik, banyo yaptik, islandik. Suyun tamamen altinda yasama araclari kesfettik. Su ucuz, su temiz, su saglikli, ustumuzdeki kirler akip gider suyla. Yikanmak, yikamak suyla olur. Su ucar gider, zararsizdir, kurur.

Insanlar yagmur yaginca manyak gibi kaciyorlar yagmurdan. Sanki asit yagiyor. Aman bir damlasi degmesin. Yagmurluklar, semsiyeler, herkes arabalarda, tramvaylarda, sokaklardakiler aralara siginmis... Yagmur bu yagmur, islanirsin, kurur...

Sakir sakir yagan yagmur balkonu delerek assagida bir gol olustururken bunlari dusunerek ise gitmek uzere bisiklet kaskimi giydim. Cantamdaki yedek t-shirt kuru kalsin diye torbaya konmustu. Ne olabilirdi ki? Sonra bisiklete binmeye basladim. ilk 2 dakika icinde coktan islanmistim zaten. Ama buna hazirdim. (degil mi?). Sonra anacaddelerden gecmeye basladim. Yagmur cok sorun degildi (Gercekten). Asil sorun yerlerdeki sulardi. Tekerlegin aralarindan akan sular ben hizlandikca tam da kicima puskurmekteydiler. Ustelik bu sular saf su degil iclerinde birtakim topraklar bulunan sulardi (camur). Pantolonumu yikamak zorunda kalacagimdan biraz hayal kirikligina ugradim (genelde pantolonlarin kirlenmediklerine inanirim, onlari cok ender yikarim) Ha su ha toprakli su diyerek yolculuguma devam eden ben yeni bir suprizle karsilastim bisikletin frenleri tutmuyordu islaninca. Ama cok da onemli degildi cunku ODTU de 2 yil frenleri olmayan bisikletimi kullanmistim. Yavaslamak icin baska yontemlerim vardi. Son olarak yerde birikmis toprakli sulari puskurten otomobillerle tanistim. Ama cabuk ogreniyordum. Yerlerden firlayarak ustume basima sicrayacak sulari onceden tahmin ederek onlarin uzagindan geciyordum. Yanliz arkadan puskurten tekerlek sinirime dokunmaya baslamisti. Cunku ustum orta derecede islanmisken pantolonum bok gibi islanmisti. Ben ise yedek T-shirt getirmistim, yedek don degil.

Ise ulastigimda asansorun aynasinda kendime baktim. Sicarim yagmuruna da kurumasina da diyerekten bisikleti parkettim. Herkes dalga gecti. Circir olmasam bari.

Tuesday, July 18, 2006

Sayntoloji nedir?

Gecen gun adamin birisi elime bir ilan tutusturdu. Ustunde sayntoloji (scientology) kilisesine gelin, filmimizi izleyin yaziyordu. Ben sayntolojinin ne oldugunu hic bilmiyorum. Ama adini duymaktaydim. Merak ettim. Yolumun ustundeydi, ugradim. Kapidaki kiza "Nedir sayntoloji" dedim. Guldu. "Senin icin bir filmimiz var onu izle sonra konusalim" dedi. Beni bir odaya goturdu. Acayip guzel bir sinema salonu bu oda. 5 + 1 dolby surround ses sistemi ve klimasi vardi. Serin ve hostu. Isiklar yavas yavas sondu, pahalli bir isik sistemi olmaliydi.

Sonra film basladi "Kafa sagligimiz icin materyalizmin cozum olmadigini anladik" diyerek. "ee neymis cozum ?" diye dusunurken hemen cevap geldi : "sayntoloji". Ben heyecanla "tamam, o ne?" diye dusundum. Sonra yarim saat boyunca bi kitaptan bahsetti bu film. Once mahkemelerin sayntolojiyi din olarak kabul ettigini anlatti. Sonra birsuru adam sirayla cikip bu kitabin ne kadar guzel oldugunu soyledi. Kitap bazilarini basarili isadami yapmis, bazilarini uyusturucudan kurtarmis, ezik insanlari guclu bagimsiz bireyler yapmis. Bir insaat iscisi cikip "bu kitap sayesinde artik isimi seviyorum, saatler hizla akip geciyor" dedi. Bi tane adam cikip "bu kitap sayesinde esimle tanistim" gibi bisey dedi (esi manken falandi bence). Son 30 adamda acayip sikildim. Sonra iki adam konusmaya basladi. Bir tanesi "bu kitap ne kadar guzel" tadinda sorular sorarken oburu "leziz, leziz" tadinda cevaplar verdi. Guya kitabi yazan adam o kadar iyiymis ki yazdigi uc bes kitabi tum insanliga armagan etmis ve biz sansli insanlar 50 dolara bu mukemmel sete sahip olabilirmisiz. (Nasil hediye lan bu - 50 dolar verenlere hediye...). Sonra bu organizasyonun ne kadar buyuk oldugundan, yuzbin tane kilise falan oldugundan bahsetti. Butun kiliselerin yoneltildigi en yuksek makam iseeeeee: Kocaman bir gemi. Mukemmel luks. Sayntoloji papasi orda yasiyo sanirim. (Aslinda bu benim fantazimdi.) Son olarak bi adam cikti. Kameraya dogru yavas yavas yuruyerek cumleler soylemeye basladi. Bu arada arkadan kahramanvari bir muzik geliyordu. 4 tane cumle soyledi adam. Muzik bitti. 2 saniye falan bosluk oldu. "Oh bitti" derken adam yine basladi. Bir once soylediklerine benzer cumleler soyledi. Ama bu sefer cumleler daha uzundu. Muzik yine durdu. "Oh bitti" derken adam yeniden basladi. Bu sayede muzigin cumlelere kisa dustugunu anlayiverdim. Kendimi southparkta hissettim, kahkahalar atmaya basladim. Muzik bitti. Adam yine basladi. Ama bu sefer assalamaya basladi bizi. Cok komikti. "Eziksiniz siz simdi kitabi almazsiniz burdan cikinca" diyo. "Almassaniz salaksiniz valla bak" tadinda biseyler dedi. Bir an "Alsana lan kitabi, AL AL AL" diye bagiricak diye korktum. Adam assaladi, hirsini aldi sonra gitti. Kocaman "HELLO" yazdi ekranda. Nihayet bitti.

Disari ciktim. Disarsi sicakti. Klimali salona bir an geri donmeyi dusundum. Sonra aklima adam geldi. Vazgectim, kapiya yoneldim. Kiza yakalandim tabii ki. "ee filmi begendin mi" diye sordu. "cok guzel olmus, elinize saglik" dedim. "Bak kitaplar burda" dedi. Sonra bi anda benim gozlerimin onune super luks gemide, jakuzinin icinde keyif yapan sayntoloji papasi geldi. Yanindaki civira "bir karides daha yemez misin hayatim?" diyordu. karidese uzandi, gozlerimde karides bir an kitaba verecegim paraya donustu, sonra tekrar karidese donustu. kafasi atan ben kiza donup "sagol kitap almicam" dedim. Kiz kocaman gozleriyle uzgunlugunu belli ettikten sonra "sanirim ilgini kaybettin" dedi. "Evet" dedim. Sonra hayatimda ilk defa saydirdim: "Dinlere cok saygi duysam da hicbirine inanamiyorum, simdi benden kocaman bir reklam ve pazarlama kampanyasina inanmami mi bekliyosunuz?" dedim. Ama sonra dedigimden utandim. Cunku cevabi biliyorum:"evet". Zaten din dedigin ne ki? Sonra dedim ki kendi kendime bu diger dinlere buyuk bir hakaret. Cunku diger dinlerin de bir tur pazarlama kampanyasi olduguna dair bir kanit sanki.

Boylece sayntoloji kilisesinden ciktim. Hala sayntoloji nedir bilmiyorum. Kitabi almicam. Sayntoloji nedir ogrenmicem. Bugun itibariyle, yeni bir din baslatip gemide karidesleri yiyen bir adam olma fantazimden vazgeciyorum. Coktan yapilmis. (Gerci adam olmus) :P

Thursday, July 13, 2006

Bence ...

Bilgisayarda geri donusum kutusuna attigimiz dosyalar bizlere mp3, bilumum kisa videolar ya da herhangi baska dosyalar olarak geri donmelidir. Aksi takdirde geri donusumun bi olayi kalmiyor.

Saturday, July 08, 2006

Post-Modern Palyaco

Arkadaslarimdan guzel haberler alip disari ciktim. Yurudum. Herkesin toplandigi bir yere geldim. Bir konserin sonuna yetismisim. Konser bitince kovboy sapkali bi adam cikip " size mukemmel bir gosteri hazirladiiiik" diye bagirdi. Sonra bembeyaz elbiseler icinde balerin oldugunu tahmin ettigim kiz bir takim hareketler yapmaya basladi. Big Lebowski'deki sacma sapan modern sanat gosterisinde hissettim kendimi. Sonra isiklar baska bir yere yoneldi ve post-modern palyacoyu gordum.

Burnundaki kirmizi top ve yuzundeki beyaz makyaj bir adami bu kadar karizmatik gosterebilir. Neden oyle gorundugunu bilmiyorum. Belki de palyacoluk simgelerini gururla tasiyabildigi ve orta caglardan gelen bir gelenegin temsilcisi oldugu icindir. Beyaz elbiseli kiz yaklasik 2,5 metre capinda metalden bir silindirin icine girdi. Bu silindir ayni zamanda kocaman bir arabanin tekerlegiydi ve de farelerin kosturdugu cemberlere benziyordu. Kiz bu koca cembere bindikten sonra palyaco ve kocaman arabaya cevrildi gozler. Arabanin arka tarafinda bir DJ vardi. Sonra bu devasa araba alevler cikarmaya basladi. DJ in arkasinda devasa bir baca vardi. Bu baca bizim eski sobamiza benziyordu, yalnizca ondan cok daha uzundu ve 2 metrelik alevler cikariyordu. Sonra bu araba hareket etmeye basladi. Dosdogru kalabaligin ortasina. Baktim yanarak usutumuze geliyor. Coluk cocuk tum ahali itiserek kenara kacmaya calistik. Araba yavas yavas geldi, yanimizdan gecti. Bir an soba kafama yikilicak diye korktum. Araba kalabaligi yarip karsi tarafa gecmeye calisirken DJ in aletlerinden biri bozuldu. DJ aletlerin dugmelerine basmaya basladi. Bu arada post-modern palyaco kimsenin anlamadigi birseyler soyluyor, bagirip cagiriyordu. Karsi tarafa ulastiklarinda ayaklarina tahtadan cubuklar takilmis bir grup beyaz elbiseli ve yuzlu insan kalabaligin ustune basarak (benim oldugum yerden oyle gorunuyordu) arabaya ulasti. Sonra hep beraber tekrar ustumuze dogru surduler arabayi. Yine kacildik tum ahali, cocuklar, arabalari ve balonlar... Palyaco bagirip cagirmaya devam etti. Fare cemberindeki kiz arabadan ayrildi, yuvarlanarak bir vince gitti. Vince bagladilar silindirin merkezini ve kizi gokyuzune kaldirdilar. Kiz fare cemberinde kosmaya basladi. Cember donerken ustune takili yerlerden atesler sacmaya basladi. Boylece havada donen bir ates topu gibi gorundu. Sonra birden bissuru havai fisek ve patlayan, yanan, ates cikaran seyler attilar. Fare kiz kosmaya devam etti. Palyaco avazi ciktigi kadar bagirdi. Biz tepemizde olup bitenden gaza gelip bagirdik cagirdik.

Sonra bitti.

Sunday, June 11, 2006

Yeni Hayat

Bilgisayarım yok. Ama olacak. Ordayım. Burdayım. Yürüyorum. Yemek yapıyorum. İşe gidiyorum. Yeni bi kalem keşfettim. Tebeşir kalem. Elinle dağıtınca çok güzel tonlama yapıyor. Hotdogcular rekabet ettiler, şehrin bir köşesinde Hotdog 1 liraya düştü. Ordan yedim. Şimdi okuldayım. Süper bir koltuk aldım. Babamın eski muaynanesindeki gibi. Arkaya doğru kaykılabilen patron koltuğu. 10 dolardı. (garaj sale süper bişey). Aldığım herşeyi ikinci el alıyorum ya da sokaklardan topluyorum. bir rafı dolduracak kadar atılmış kitap topladım şehirden. Çok ilginç konuları var. İnsanların neler okuduğunu öğreniyorum bu sayede. Birisi sandalyelerini atıyordu. Aldım bir tane. Sokaktan Suskind in "Koku" kitabını, film yapımcılığıyla ve anneliğin analiziyle ilgili kitaplar buldum. Herşeyi ikinci el almaya devam edeceğim. Benim yüzümden dünyaya atılıcak bişey daha gelmesini istemiyorum. Böylece üretimi ve sanayiyi baltalicam fikrimce. Fotolarımı (acil gitmem lazım)

Tuesday, May 09, 2006

Bant Genişliği

Web sitelerinin bant genişliği oluyor. Belli bir transfer limiti var. Mesela benimki ayda 1.5 gb. Sonra filmimi internet siteme koyup biraz reklam yaptım. Forumlara falan gönderdim. Birkaç gün sonra http://3dyanimacion.com/ http://www.milkandcookies.com/links.php?op=viewlink&cid=2 http://www.cgtimes.com.cn/ gibi internet siteleri alıp kendi sayfalarında göstermişler bi şekilde. Üstelik anasayfalarına koymuşlar. Öyle olunca benim bant genişliği patlamış. 13 gb ye dayanmış. İyi mi kötü mü anlamadım. Dünya yüzeyindeki bi takım İspanyollar ve Çinliler (ki çok fazla çinli olduğunu bir kez daha teyid ettim. istatistiklerde harita var. bi bastım haritaya bi tek çin kıpkırmızı. diğer yerler sarı falan. çok kişi indirince kırmızı oluyor.) alakasız filmimi izliyolar. Bu arada herkes acayip şikayetçi çok yavaş olduğu için. Biraz toparlanınca değiştiricem hizmet sağlayan şirketimi. Ama iyidir. ehehe internet nası bişey yahu??

Disclosure Formlar

Bunları imzaladığınızda gödüğünüz şeyleri kimseye söylememeye yemin etmiş oluyorsunuz. Ya da söylerseniz acayip kızıyorlar. Holivud filmleri uyguluyor bunu. Bugün ikincisini imzalamak üzereyim. Böheahahea.

Birincisi:

Şehrin öbür yakasında sayılabilecek bir yere doğru yürüyorum. Pek bilmediğim yerler. Bir kamyon parkından geçiyorum. Hava sıcak. Güneş gözlüğümü satın almak isteyen bir adamı atlatıyorum. ("Emin misin?" diye soruyor bi de gerizekalı) Kocaman stüdyolara ulaştım. Aradığım adamı bulana kadar binanın içerisindeki dar koridorlarda dolaştım. Bazı yerleri yıkık dökük bir bina ama içerisinde birsürü ekipman (kamera vs...) ve de stüdyo var. Adını zor telaffuz ettiğim Laurant'la tanıştım sonunda. Bana çektiği bi takım videoları gösterdi. Saçma sapan sanat... Fransız olunca insan kafadan saçmalıyormuş gibi bir his uyandı bir süreliğine. Sonra gerçek işlerini gösterdi. Holivud filmlerinde artık çok aksiyonlu, patlamalı çatlamalı bir sahne çekilmeden önce, çekim çok pahallı olduğu için filmleri önce üç boyutta üretip nasıl göründüğüne bakıyorlar. Laurant burada devreye giriyor. Storyboard u ya da senaryoyu alıp ondan acayip dövüşlü, vurdulu kırdılı animasyonlar üretmiş. Bunları Matrix1, matrix2, the island gibi çok büyük filmler için yapmış. "Watchovski kardeşler ne istediklerini saniyesi saniyesine biliyorlardı" diyor. O yüzden çok fazla hareket tasarlamamış. Ama Mission Impossible da çok özgürmüş. Tüm aksiyonu dövüşleri, patlama çatlamaları tasarlamış. Sonra göndermiş, aynısını çekmişler. Daha izlememiş bile. Benden taş çatlasa 3-5 yaş büyük bi küçük adam.
Sonra bana şu an üzerlerinde çalıştıkları projeyi gösterdi. Daha yayınlanmamış bir film. Yuh dedim. Fantastik aksiyon ve dövüş sahneleri var. Adam da çok iyi yapmış bu işi. Adı Jumper. Acayipti. Sonra ilk disclosure formumu imzaladım.

İkincisi:

Eve geldim. Çok yorgundum ve çok uykum vardı. Uyumaya başladım saat 2. Telefon çaldı. Açtım. Adam Amerikada Kalifornia da bir film şirketinde producer. Bana dedi ki bir kısa animasyon filmi projem var. İnternette filmini izledim. Filmi ucuz olsun diye Çindeki animasyon evlerinden birinde yaptırıcam. Animasyon yönetmeni olur musun??? Yuuuuh dedim. Yani ben öğrenciydim daha dün. Bi 3-5 sene içinde olmak istediğim yer bu benim. Ama yani daha küçüğüm çok. 6 haftalığına Çin'e gidicekmişim, filmi yönetip gelicekmişim. Tüm masraflarımı karşılicak vs... Ya inanılmaz bir teklif bu. Ama yapamam ki. Yani gitsem yaparım ama buradaki işlerim yürümez o zaman. Ama yani çok heyecan verici. Yani şu halimle gidip film falan yönetebilirmişim. İnanamıyorum hala. Keşke daha rahat şartlar altında olsaydım. O zaman hiç düşünmeden giderdim. Çin'i de çok merak ediyorum zaten. Acayip bi deneyim olurdu. Sanırım adam öğrenci olduğumu falan bilmiyor. Ya da belki biliyodur. Yine de gururum okşandı baya, kendime güvenim geldi yerine. Sonra Disclosure formunu yolladı. İmzalayınca bana concept art ı ve senaryoyu göndericek. Ama bu süreç içinde bu işi legal sebeplerden yapamicamı söylemem lazım. Iyyy. Yaaaaa. Ne güzel fırsattı. Aaaah ah...

Monday, May 08, 2006

Daha da çok şey oldu

Yazıcak çok şey birikti. Bissürü şey oldu. Kendimi Terminatör 1 in sonundaki Sarah O'Connor gibi hissediyorum. Meksikaya giderken günlük yazıyordu. Aynı o günlüğü yazan Sarah O'Connor gibiyim. Bi ara daha uzun yazcam. Şimdi çok yorgunum.

Saturday, April 29, 2006

"Funny shit man... Really funny shit!"

dedi yavaş yavaş uzaklaşırken. Arkasını döndü. Yürümeye başladı. Sonra durdu. Tekrar geri döndü. "Really funny shit" dedi. "Thanks" dedim. Yürüdü gitti. Herkes - ben de dahil olmak üzere - aval aval baktık arkasından.

Steve Hunter bu adam. Pixar'ın supervisor animatörlerinden biri. Incredibles'ta animation director lerden birisiydi. Dünyanın en iyi 20 30 animatöründen biridir heralde. Bıdık gibi bi adam. Devamlı hareket halinde, hafif tombik, kafası kel ama bi tutam saç tam ortadan çıkıyor huni gibi. Sırtçantasını alıp iş aramaya nasıl Amerika'ya gittiğini anlattı. Bir kısmımızla konuştu. Sınıfın zıpırı ondan kritik almayı başardı. Sonra gitti.

Cok yorgun oldugumdan yazamadım bugun. Ama cok sey oldu arada.

Monday, April 24, 2006

Felekten bir gün

Hocanın bana verdiği gitarı ona geri vermem gerekiyor yakında. Dolayısıyla geceleri eve gidince çalacak birşeyim kalmıyor. Hmm ne yapmalıyım bu konuda. Acaba flüt falan mı alsam. Ya da mızıka. Geceleri müziksiz çekilmez. Günün yorgunluğu nasıl atılır. Bir süre sonra sırt çantamı alıp yola çıkacağım. Zaten çok heyecanlı bir durum bu. Gittiğim yerlerde geceleri naaparım acaba... diye düşünmekteydim.

Ve sonra birisi çağırdı beni. Dışarı bir çıktım ki.

Ve sonraaa.



Öheee. Bana bunu almışlar. Küçük gitar. En az büyüğü kadar ses çıkarıyo. Sapık bişey. Çok rahat. Üstelik küçücük. Yani tam sırtçantasına tak, istediğin yere git, çal çalabildiğin kadar... Çalması çok zevkli.


Resimde gördüğünüz sapıklarla biraz takıldım. Sonra odama gittim ve gitarı kurcalamaya başladım.


Çok şanslı bir insanım bea. Nası oldu bu şeyler. Mahcup oldum acayip. Çok sevindim. Artık geceleri çalıp söylemeye devam. Heyooo.

PS: Merak etmeyi yarın traş olucam.

Sunday, April 23, 2006

Çekirdek ve Zaman

Bizde çekirdek zamanla ölçülür. Örneğin kabak çekirdeği, ay çekirdeği (tuzlu, tuzsuz, yanları beyaz olan vs...) bitmeye yaklaştığında aramızdan birisi "Eyvah 20 dakikalık çekirdeğimiz kalmış" der. Ya da bakkala gidip "2 saatlik çekirdek" alırız.

Çekirdeğin ne kadar süreceğini hesaplamak kolay değildir. Temel formülü kullanırız:
Çekirdek Miktarı = t(zaman) X Yiyici Hırsı . (Bunun yanında çekirdeğin yiyici ağzına olan uzaklığının da etkili olduğuna tanık olmuşumdur.) Formülü iyi uygularsanız her zaman kazanırsınız. Örneğin dolmuş bi avuç çekirdek sonra gelebilir ya da parka ulaştıktan sonra güneş batana kadar bir cep çekirdek zamanımız olucak.

Dün birisi plastik bir kap içinde çitlenmiş çekirdek aldı. Zaman kavramımde derin hasarlar oluştu. Önce inceledim. Çitlenmiş, sadece çekirdeğin içi olan bir kutu düşünün. Üstelik tahminlerime göre insan tarafından çitlenmemiş (hiç salya yoktu). Ben hemen (Nike ın falan 3. dünya ülkelerinde yaptığı gibi) bir firmanın fakir insanları alıp kitleler halinde çekirdekleri çitleyip içlerini yememe işkencesine tabi tuttuğunu varsaydım. Kendim denemişliğim var. 15 kadar olunca dayanamayıp hepsini yedim. Zor iştir. Ya da küçük bir psikopat yaratık üretip, genetik teknolojiyle salyalarını aldırıp elektrikle eğiterek çekirdekleri çitleyip içlerini üretim bandına atmalarını sağladıklarını düşündüm. (Ya da endüstriyel tasarımcılar sonunda çekirdek çitleme makinesi üretmiş olabilirler mi? Ama bu çok düşük ihtimal.)

İlk avucumu hap diye yuttuktan sonra arkadaşımda dehşetle dönüp "az önce yarım saatlik çekirdek yedim" dedim. Hiçbişey anlamadılar tabi.

Thursday, April 13, 2006

Worst Person Shooter

İnsanların internet yoluyla karakterleri canlandırdığı üç boyutlu oyunlar var. Ortalama 500.000 kişi ayda 15 dolar kadar para vererek bir ay boyunca bir karakteri canlandırıyorlar. Karakterlerini eğitiyorlar, diğer karakterlerle savaşıyorlar, bir takım objeleri alıp satıyorlar. Güçleniyorlar zamanla, deneyimleri ve yetenekleri artıyor sanal dünyanın kuralları içerisinde.

Bu oyunların müptelası olan bir adam uzun süre oynamış ve çok güçlü bir karakter yaratmış. Bu süre içerisinde de diğer oyuncularla sosyal bir bağ kurmuş. Diğer oyuncular bu adamı seviyorlar. Sonra adam oyunu bırakacağını açıklamış. Oyun dünyasında da karakterinin ölmesi anlamına geliyor bu. Bunu duyan sevenleri ona veda etmek için biraraya geliyorlardı internetten izlediğim videoda. Third person Shooter tarzı bir oyun bu. Yani üçüncü kişi gözünden bakış, yani oyuncunuzun arkasındaki bir kameradan olan bitenleri izliyorsunuz, oyuncunuz dönünce kameranız da dönüyor vs... İzlediğim video oyundan direk olarak kaydedilmiş. Oyuncu koşarak bir göl kenarına ulaştı. Burada yaklaşık 50 60 kadar başka karakter sıraya girmişti. Oyunu terkeden adama veda etmek için ve iyi dileklerini sunmak için. Oyuncu da sıraya girdi.

Oyunun müptelası olan adam ve güçlü karakteri tam da bu sırada delirdiler. Beraberce oradaki 50 ye yakın kişiyi katlettiler.

Birden ortalık büyülerle ve ateşlerle falan doldu. Bazıları kaçmaya çalıştı. Oyunun müptelası olan psikopat bunları bizzat kovalayarak bir bir öldürdü. (Oyunda ölünce bir takım özellikleri kaybediyorsun ve baştan başlıyorsun)

Buradan çıkardığım ders insanın özünün kötü olduğu. Sosyal bir yapı içinde eğer baskı yapacak bir öğe yoksa insanın iç yüzü hızla ortaya çıkıyor. Bu oyunda diğerlerine zarar vermek kötü birşey sayılmıyor. Gerçek dünyadaki kanunlar, dinler ya da sosyal ahlak bulunmamakta. O zaman herşeyden özgür ve bağımsız olmak mümkün. Bu özgür ortamda insan davranış biçimi de böyle.

Yani birini öldürdüğünüzde din "cehenneme gideceksin" demediği ya da polis bizi hapise atmadığı sürece hiçbir suçluluk ya da acı çekmiyoruz. Bu durumda ben gerçekten hastalıklı ruhu olan özgür insanoğluna karşı dini ya da kanunları tercih ediyorum diyebilirim. Bu şeylere hep biraz uzaktan ve tiksintiyle baktım. Dogma ya da monarşiyi sevmiyorum, diktatörlerden haz etmem. Ama şimdi düşünüyorum da insan, kafasına vurulmadıkça sapıtıyor galiba. Tam emin değilim. Örneğin Hitlerin nasıl bir gerekliliği vardı bilemiyorum. Ama bişiyler var yani orda.

Tuesday, April 11, 2006

TV

Yan sınıftaki adam kanal D yi internetten izleyebileceğimi söyledi. Gerçekten de izlenebiliyor. Hemen heyecanla açtım. Geceyarısı magazini. Tamam çok eğlenceli. İlk birkaç haberi dinledim. Okan Bayülgen dalga geçti gazetecilerle. "Hadi arkadaşlar dağılalım" dedi. Sonra "Ayakkabıları çektiniz mi?" diyo... Sonra bir kadın çıktı. Bu kadınla bir restoranda röportaj yapmaya başladılar. Kadının kocası Sanem Çelikle basılmış. Her neyse adam sorular sormaya başladı aldatılan kadına. Kadın konuşmaya başladı. Derin duygusal travmalar yaşamış olduğunu belli eden sesiyle kendisinin ne kadar güçlü olduğunu anlatmaya çalıştı. Arkadaşlarıyla yemek yiyebileceğini, yeni sevgilileri olacağından falan bahsetti. Ama sesi herşeyi anlatıyordu. Kelimeler çok hızlı ve baskın bir şekilde çıkıyor ağzından. Psikolojisinin bir hayli bozuk olduğu kesin. Sanki rol yapıyor gibi. Ama ne kadar acı çektiğini hissedebiliyor insan. Ne kadar kızdığını ve intikam için her türlü şeyi (bu örnekte kendi psikolojisi sanırım) feda edebileceğini görebiliyor insan. Bütün bunlara rağmen ne kadar güçlü olduğunu, çıkıp yemeğe gittiğini ve hatta magazin basınına kendini kanıtlamaya çalıştığını da görüyor.

Ve sonra bomba soru geldi : "Kocanız ve Sanem Çeliğin gazetede yayınlanan şu fotoğrafları hakkında ne düşünüyorsunuz?"

Ben kapattım.

Bu kadının şu halini izlemenin o ana kadar ne kadar canımı yaktığını düşündüm. Sonra şu soruyu yanıtlamasını dinlemeye dayanamayacağımı anladım. Bu işkenceden korkunç zevk alan insan yaratığına olan yabancılığım biraz daha arttı.

Sanırım ana haber bültenini izlicem artık sadece.

Thursday, April 06, 2006

Render Sakalı

Böyle bir kavram var. Render sakalı diye. Animasyon bittikten sonra onu boyatmak gerekiyor. Bunun için de birçok işlemci gerekli. Boyatma işlemine render diyorlar. Bu dosyaları boyayan birçok işlemcisi olan bir sistem var, adı render farm (render tarlası)

Tam da tahmin ettiğim gibi birsürü insan gerçekten çok korkunç ve gereksiz ayarlar yaptı. Bu render tarlasını kitlediler. O zaman sınıftaki bilgisayarları gece kullanmak daha akıllıca birşey haline geldi. Ben de bunu yaptım. Ama bunun için de sınıfta kalıp onları yönetmek gerekiyor. Bir bilgisayarın işi bitince yenisini vermek gerekiyor. Başlarında durup onları tokatlamak gerekiyor. Bir yandan da eksikleri tamamlayabiliyorum. Bu süre içinde diğer uykusuz insanlarla karşılaşmak mümkün geceleri. Hatta onlara takılıp, uzun aralar da verilebiliyor.

Bir süredir o yüzden hiçbişey yazamadım. Sonra dün bu baharın ilk akşamüstü gezintisini yaptım. Hava sıcak değildi. Ama çok soğuk da değildi. Yürüdükçe çekilebilir. Ama durunca üşür insan. O yüzden yürüdüm devamlı. Sevdiğim yerlere gittim, ormanın derinliklerine. Sevdiğim saatler yakındı. Güneş batıyordu. Kuşlar ötüyordu. Herşey süperdi. Sonra bir ara gölgemi gördüm. Boyumu çok çok geçmişti.

İlkokula giderken arka mahallede bir mezarlık vardı. Süper bir yerdi burası. Ağaçlar ve çalılarla çevrili. Yerlerde hep papatyalar açar. Her zaman serindir. Eski bir mezarlıktı. Mezar taşlarının üstündeki yazıları okuyamazdım. Roma rakamları gibi şeyler yazıyordu. Zaten taşlar yerle bir olmuştu. Çoğu dağılmıştı. Ama ölü insanların toprağa kattığı hayattan mıdır nedir, orası öyle yeşildi ki. Çimler mükemmeldi ve herşey çok doğaldı. Çok güzel kokardı. Çamur ve çimen. Evden uzaktı. BMX imle(hastasıydım) 10-15 dakkada orada olabilirdim. Mezarlığın derinliklerinde bir tane çok kocaman ağaç vardı. Bu ağaç eskiden oradaki en büyük ağaçmıştı heralde. Sağından solundan birsürü başka ağaçlar çıkıyordu. Ama ortasında olması gereken en kocaman yer yanmıştı. Yıldırım düştüğünü söylemişlerdi. Neyse orası boştu. Ağaç kendisi büyülüydü.

Oradaki çocuklarla oynarken eve geç kalmıştım. Bir anda bir baktım gece olmuş. Sokak lambaları yanmış. İçimden bir ses "boku yedin" diyordu. Neyse bastım eve geldim. Tabii ki çok geç kalmıştım. Annem acayip kızdı. Çok merak etmiş doğal olarak. Özür diledim, zamanın nası geçtiğini anlayamamıştım ve ne zaman geri dönmem gerektiğini kestiremiyordum. Saatim yoktu. O zaman annem dedi ki eğer gölgen boyunu geçmişse geç kalmışsındır.

Ondan sonra bu benim zaman ölçme aracım oldu. Oynarken oynarken hep bir gözüm gölgemde oluyordu. Boyuma yaklaştığı zaman huzursuzlanıp endişeleniyordum. Ama tam olarak ölçemiyordum ki. Bazen acayip tırsıyordum. "Geçti galiba sıçtık" diye eve koşuyordum ama geç kalmamış oluyordum. Böylece oyundan 15-20 dakka kaçmış oluyordu. Sonunda toprağa ayaklarımın olduğu yere çizgi çizdim. Sonra gölgemin ucuna taş koydum. Sonra yatıp boyumla kıyasladım. Artık mükemmel bir şekilde ölçebiliyordum. Eve hep zamanında geliyordum. Heyoo.

Neyse sevdiğim yerlerde yürürken gölgemi görünce aklıma bunlar geldi. Gölgem boyumun iki üç katıydı nerdeyse. Eve dönme zamanı mıydı yoksa. Sonra hayatta en sevdiğim saatlerin güneşin gittiği ama ortalığın hala aydınlık olduğu saatler olduğunu hatırladım. O zaman bu tür çağrışımlar kurmanın saçma olduğunu farkettim. Bu hiçbişey demek değil. Yine de hatırlamak güzel.

Monday, March 27, 2006

Tuğhan

Birgün işteydim. Birisi beni msn listesine ekledi. Ardından mesaj "merhaba" diye. Tuğhan (MOUSE) Arslan'dı adı. "İşlerini takip ediyorum bir süredir, bir merhaba diyeyim dedim" dedi. Hemen yahoo ya yazdım adını buldum sitesini (http://www.tughan.com). Uzun süredir tanıyordum ben onu. CGTalk'tan oradan buradan. Hatta İstanbul Animasyon Festivalini kazandığında yanındaymışım haberim yokmuş. " Yaratıklarla o kadar uğraşıcağına oynatmakla uğraşsaydın ya" dedi. Haklıydı tabii ki. Güldük smileylerle. TRT için yaptığı sevimli kız animasyonu CGBugda bir sürü övgü almıştı. Gerçekten de çok sevimli bir animasyondu.

Sonra konuştuk. Karakterlere strech-squash nasıl veririz diye tartıştık. Kemikleri scale etmek çözüm müydü? Yoksa anatomiye zarar verip inandırıcılığı azaltıyor muydu? Ama daha çok ağırlık hissiyatı yaratabiliyorduk bazen. Üzerinde uğraştığı fare üzerinde denedik. Ben de o zamanlar küpten bir adamla uğraşıyordum. O kemikleri scale etti. Ben de başka şeyler denedim. Birbirimize gönderdik. Faresi bir settle down animasyonu yapıyordu. Strech sırasında kemikler falan esniyordu. Güzel oluyordu. Ben de adamımı zıplattım, inişte kemikleri birbirine yaklaştırdım. Ama çok mu fazla olmuştu? Beğendik, beğenmedik ama güzeldi animasyondan konuşmak ... "Sen şunu nası yapıyosun" diye heyecanla sormak... Cevabı sabırsızlıkla beklemek... Tanışma fırsatımız olmadı. Ama birbirimizi tanıdık biz öyle...

Tuğhan (MOUSE) Arslan bu sabah dünyaya veda etmiş. İnternet sitesinin guestbook kısmında bir gün önce s.gürgün'ün mesajı var "yeni animasyonları izledim süper olmuş diye". bir sonraki mesaj da "seni unutmayacağız". Durup düşünmek lazım. Gerçekten unutmayacağız. Bir iki haftadır hep aklımın bir köşesindeydi. Yaptığım şeyleri bir göndereyim bakalım ne diyecek diye. Ne diyim. Başımız sağ olsun.

Sunday, March 26, 2006

Niyaygara

Doğal güzelliklerin kralından geldiğim için etkilenmedim çok. Kurşunlu şelalesi örneğin. Bitki örtüsü, şelaleleri, hayvancıkları herşeyiyle çok güzeldi eskiden. Antalya yerlilerine maruz kaldıktan sonrası tabi farklı. Yine de bence dünyanın en güzel yerlerinden biri, hatta Toroslarda öyle güzel şelaleler, göller vardı ki... Kimse bilmiyor. Zaten bilmesinler. Turizm ulaştığı her yeri pisliğe ve şaklabanlığa boğuyor. Doğanın sürpriz yaptığı zavallı yerler de turizmin bir numaralı kurbanı olmaktan kurtulamıyor. Sanırım tüm dünyada böyle bu.

Niagara da almış tabi bundan nasibini. Şelale çok hoş. Turizm şelaleyi temel almış sanırım. Ama biraz sapıtmış ondan sonra. Örneğin şöyle şeyler var:

Yok hayaletli evler, yok drakula evi, saçma sapan eğlence mekanları... Ve deee Casinolar. Şelalelerin hemen yanında koskocaman birsürü otel ve casino bulunuyor. Orası bir kumar cenneti. Ucuz yemek, ucuz otel, sınırsız kumar... Birkaç tane "çocuklardan kurtulma merkezi" bulunmakta. Çocuğu olanlar oraya göndererek psikopata bağlayarak kumar oynayabiliyorlar. Bunları görünce eskiden kumarın legal olduğu zamanlarda Antalya Ofo otele "tek kollu canavarlarla" oynamaya giden tanıdıklarımız geldi. Çocuklarını Ofonun "kreş" ine bıraktıklarını hatırladım. Bize gelen bilgilere göre oradaki diğer çocukların gözlerinin altı mor mormuş. Bu psikopat ortamı ve çocukları anlatan bir çizgi film yapmak istedim şimdi.

Birkaç tane gerzek otobüsten kumarhanede indiler. Geri dönerken de kumarhaneden bindiler. (Şaka yapmıyorum.) Bense bir süre şelaleyi ve çevreyi izledikten sonra bu salak mekanların neden buraya konuşlandığını yavaş yavaş anlamaya başladım. İşte bu yüzden:


Evet. Burası bok gibi soğuk. İnsan içerilere kaçmak istiyor. İçeri kaçmak isteyen insanların para harcayabilmesini sağlayabilmek için kumarhaneler yapmışlar. Bir süre sonra da kumarhaneler ve eğlence merkezleri şelaleleri sollamış. Küçük bi şelalenin yanında 100 tane kocaman eğlence merkezi var.

Ben bunlara bakıp umarım Torosları falan kimse keşfetmez dedim.

Friday, March 17, 2006

Hintlilere "Nah" Yapmayı Öğrettim

Başarılarıma bir yenisini daha eklemiş bulunmaktayım. Miyasaki nin son filmi üzerine entel bir sohbetten sonra biraz düşündüm. Zamanın geldiğini anlamıştım. Seviyenin düşmesi gerekliydi.

Önce basitçe nah yaptım. Meraklı gözlerle uzun süre baktılar. Alışkın değildim. Herhangi bir arkadaşıma nah yaptığımda algıladığı an gözlerini kaçırır. Hatta ArdaYaman ve Fıratla ya da Umutla oynadığımız oyunlardan biridir bu. Bir şekilde naha bakan kaybeder, baktıran kazanır. ArdaYaman bu konuda çok yaratıcıydı. Örneğin hani bazen gözü dalar ya insanın, bir yere bakakalır, öyle bir durumda görüş alanınız içine hafif bulanık bir nah yavaşça girer. Tamamen girdikten sonra açısını iyice ayarlayarak başparmağı tam irise odaklar. Bazen bir naylon poşetin içinde, bazen çevirilmemiş bir test kitabı sayfasının arkasında sürpriz nahlarla karşılaşabiliriz.

Neyse uzun süre incelediler. Ben de başlarda ürkektim. Baktım kimse anlamıyo. Gerine gerine nah yaptım. Pis pis güldüğüm için "nooluyo bu ne" gibisinden sorular sordular. Bir süre daha yaptım ve sonra yavaş yavaş anlattım. Konuşmamın sonunda tüm devinimiyle yapabiliyorlardı. Hatta şaklatmayı bile başardılar. Sanırım Hintliler doğuştan yatkın.

Yani en son bunu da yapmış bulunmaktayım. Neden insanlar yeni tanıştıkları yabancı ülke insanlarına hemen küfürleri öğretmeye çalışıyor hala anlamıyorum. Ya da mesela papağanım olsa o da küfrederdi heralde. Çok komik geliyo çünkü küfreden bi hayvan kavramı bana. Sanırım içgüdüsel birşey.

Bu arada "Türki" de Hintçede cinsel sapık anlamına geliyormuş. Hadi bakalım.

Monday, March 13, 2006

Çin Yemeği

Açık büfe. 30 kadar değişik çeşit Çin yemeği bulunmakta. Çoğunu denediğimi söyleyebilirim. Deneyimlerimden sonra şaşırdığım şeylerden biri bu kadar fazla çeşit yemeği nasıl bu kadar ucuza getirebildikleri oldu. Benim evde bir yemek hazırlama paramın 3 katına falan sınırsız yemek yiyebiliyorum burada. Üstelik yiyecekler güzel. Yerler yapışkan. Sanırım yemekleri alırken düşüren insanlar yüzünden. Belki de soslardan da olabilir. Ama insanın ayakkabısı yapışıyor hafifcene.

Dünyada 1.4 milyar Çinli var. Dünyanın neredeyse 4 te biri Çinli. Bu kadar fazla insanın aynı yörede beslenebilmesi için değişik yöntemler geliştirmelerini bekliyordum zaten. Bu kadar fazla üreyebilmelerinin sebeplerinden biri beslenme imkanı bulabilmeleri. Biraz küçük kalmışlar gerçi. Ama olur o kadar.

Yemek çeşitliliğinde kurban olmamak için bir takım önlemler geliştirdim. Örneğin birkaç çok önemli kuralım var. Hareket eden ya da hala canlı olan şeyleri prensip olarak yemiyorum. Mutlaka bir süre önce ölmüş olmalı, mümkünse pişmiş olmalı. Bir diğer kural ise akışkanlığı düşük sıvılar içinde yüzen şeylere temkinli yaklaşmak. Kokuları da hissedebilmek önemli. Yemeklerin üzerinde isimleri yazıyor. Ama çok faydalı olduğunu söyleyemiyeceğim. Tavuk yazan şeydeki tavuk tadı çok derinlerde gizli.

Çinliler etleri hamur ya da undan topların içinde pişirerek yemeyi çok seviyorlar. Tavuk balık ve kırmızı eti ayrı ayrı şekillerde aynı bulamaça bulayıp kızartmışlar. Yanlız bunları yerken birbirlerinden çok farklı olmadıklarını algılıyorsunuz. Sanki içindeki etler aynı gibi. Çinlilerin bu etleri bu kadar ucuza getirebiliyor olmaları ve birçok farklı tadı sanki aynıymış gibi yakalayabiliyor olmalarından yola çıkarak yeni bir yaratık ürettiklerini düşünüyorum. Bu hayvan hızla üreyebiliyor. Akvaryumlarda yaşıyor. Yüzebiliyor, kanatları var ama uçamıyor. Penguen gibi yani. Fikrimce kuyruğunda balık tadı var, kanatları tavuk kanadı tadında. Göğsü ise bir tavuk budundan oluşuyor. Çinliler bu hayvandan çokca üretmişler ve tüm nüfuslarını bu hayvanı pişirerek doyurabiliyorlar. Aynı hayvan olduğunu anlamamamız için hamurdan topların içerisinde pişiriyorlar.


Çinlilerin de börekleri var. Ama böreklerin içini yosunlarla dolduruyorlar. Ya da ona benzeyen uzun ince makarna gibi bitkilerle. Bu bitkilerin pişirildiğini sanmıyorum. Koparmak için bir hayli çaba sarfetmeniz gerekiyor çünkü bitkiler hala canlılar. Bazı yerleri yeşil ama çoğu beyaz. Yine de böreği ısırdıktan sonra yosunları ısırıp koparmadan yandakine dönüp ağızdan sarkan yosunlarla "Öğğğğağaaga" demeye çalışınca gerçekten çok komik görünüyor.

Diğer komik görünen şeylerden birisi de jöle. Ben hiç yememiştim. Çin yemeği de değil. Ama turuncu, şeffaf ve bıngıl bıngıldı. Aldım yarım saat falan oynadım. Sonra yedim. Ağzın içini tamamen doldurma duygusu var. Değişik birşey.

Her yediğim şeyde Çinli arkadaşlarımdan malumat aldım. "Bu ne? Bu ne?" diye sora sora eğlenceli bir yemek yedim.


Thursday, March 09, 2006

Futurama

Matt Groening, (Simpsonları yaratan adam yeni bir seri ile karşımızda.) Bir süredir izleyip duruyordum ama dün ilk bölümüne denk geldim. Mükemmeldi.

Yanlışlıkla 1000 yıl geleceğe giden Fry o zamanlarda yaşayan bir akrabası olduğunu öğreniyor. Onu aramak için yola çıkıyor. Telefon açmak istiyor. Bir kabin görüyor. İnsanlar sıra olmuş. O da sıraya giriyor. Bir süre sonra kabinin önünde "Suicide Booth" yazdığını görüyoruz (intihar kabini). Zaten giren de çıkmıyor. Fry yavaşça yaklaşıyor içeri bakarken arkasındaki Bender (Robot) "hadisene kardeşim" tadında bunu ittiriyor. Beraber içeri giriyorlar. Kabin "Nasıl ölmek istersiniz?" diye soruyor. İki seçenek var hızlı ve acısız, yavaş ve çok acılı. Fry "benim bir akrabam var onu aramak istiyorum" gibi bişeyler sayıklarken Bender "yavaş ve çok acılı" düğmesine basıyor. Devamını anlatmicam.

Bu bana o kadar yaratıcı geldi ki. Fena halde güldüm ama bir yandan da etkilendim. Abartının ve taşlamanın son noktası gibi. Birşeylere acayip bir tepkisi var bu esprinin ama öyle bir sunmuş ki kendisini insanın gülesi geliyor. Korkası geliyor. Düşünesi geliyor. Gelecekte herşey öyle çok birbirine girmiş ki insanlar intihar etmeyi telefon açmak gibi görebiliyorlar. İnsanlar hep sevmedikleri işlerde çalışıyorlar. Herkes mutsuz. Hepsi de kabullenmiş bunu. Öyle yaşıyorlar. Canları sıkılınca bozuklukları atıp kabine gidiyorlar.

Sunday, February 26, 2006

Japon Rüyası

Karşımdaki adam çat pat İngilizce konuşuyor. Ama devamlı gülümseyen bir yüzü var. Birileri bir soru sorduğu zaman yüz ifadesini değiştiriyor sadece. O da dinlediğinin anlaşılması için. Yeni yüzü şaşkın ama sıkıntısız. Sanki Japonya'da devamlı gülümsemek karşıdakine gösterilen saygı ve iyi niyeti temsil ediyor. Biran aklıma Bukowski'nin şiir dinletisi geldi. Gülümsemek şöyle dursun ana avrat sövmüştü seyirciye.

Koei bir büyük Japon bilgisayar oyunu firması. Birkaç başarıdan sonra dünya çevresinde şubeler açmaya başlamış. Karşımdaki sevimli çift bu şubelerden biri. Sen kalk karı koca Japonya'dan dilini bile bilmediğin bir ülkeye gel ve orada küçük krallığını inşa etmeye başla... Olacak iş mi...

Japon rüyası böyle birşey. Bir çift Japon yeni ülkeye ayak basıyorlar. Orada kurallar farklı, diller ve adetler farklı. Japonlar çalışmaya başlıyor. Bütün zorlukları aşana dek çalışıyorlar. Japonya'daki merkezlerinin de destekleriyle 30 dan fazla çalışanı olan büyük bir firmaya dönüşüyorlar. Çok büyük bir on-line oyun sistemi geliştiriyorlar. Birçok teknik sorunu çözüyorlar ve bu sene tamamen kendi tasarımları olan oyunlarını geliştirmeye başlıyorlar.

Bu insanlar bütün işleri kendileri yapıyorlar. Adam her türlü görsel ve kavramsal tasarımı yapıyor. Fikirleri üretiyor, mühendislerin çözüm bulmalarına yardımcı oluyor. İnsanları işe alıyor, pazarlama, reklam herşeyi bu adam yapıyor. Üstüne üstlük gelmiş bizim gibi gereksiz insanlara neler yaptıklarını anlatmaya çalışıyor. Treni kaçırdıkları için özür bile diliyor. Ve hatta hala trenle gelip gidiyor.

Şirkette bir karar verirlerken hep beraber tartıştıklarını söylüypr. İlgisi olmayan adamların bile fikirleri dinleniyor. Hatta bu adamlar verilen kararın doğruluğuna ikna ediliyor. İkna olmazlarsa orta bir yol bulunuyor. Mühendisler grafiklere karışıyor, animatörler program koduna yardım ediyor. Bir Amerikan şirketinde bu tür şeyler hiç tartışılmaz. Kararları bir ya da iki kişi verir. Herkes işini yapar, parasını alır, çeker gider. Bu adamlar 30 kişiyle birden bir fikir birliğine varmayı başarıyorlar. Kimse parasını alıp gitmek peşinde değil. Gerçekten yardım etmek istiyorlar. İşi sahiplenip, aktif rol alıyorlar, sonuna kadar takip ediyorlar ve bittiğini görüyorlar. Mesela bir sorun çıktığında ya da proje başarısız olduğunda Amerikalılar suçu birbirlerinin üstüne atarak kurtulmaya çalışıyorlar. Hatta çalışanlar işin başırısız olmasından memnun bile olabilirler. Birilerinin başarısız olması bu adamların yolunu açıyor çünkü. Baştaki adam para kaybedip üzülüyor. Japonlar ise hep beraber üzülüyorlar. Baştaki adam ise çalışanlarını üzdüğü için harakiri falan yapıyor.

Japonyadaki merkezlerine inanılmaz bir saygıları var. Yaptıkları her şeyi, tüm gelişmeleri oraya gönderiyorlar ve onay bekliyorlar. Kendi kendilerine yetebilseler bile her zaman merkezleri ile iletişim içindeler, en küçük detayı bile danışıyorlar. Merkez bunları takdir ettiğinde çok seviniyorlar. Merkezlerine layık olmak için ellerinden geleni yapıyorlar, gece 12 lere kadar çalışıyorlar. Amerikalı bir şirket şubesi eğer kendi kendine yetebileceğini hissederse (yetemese bile) direk ayrılıp merkezine kafa tutar, rakip olur. İşleri sadece şirketleri parçalayıp birleştirip bundan bir takım paralar kazanmak olan adamlar var.

Amerikalıların motivasyonunu anlayabiliyorum:Para. Kolay. Ama Japonları anlayamıyorum. Bu adamlar çok mutlu. Deli gibi çalışıyorlar. İmkansızlıkların içinden krallıklar kuruyorlar. Hiçbir pişmanlık duymuyorlar, emekli olmuyorlar, devamlı bir üretim bir yenilik peşindeler ve herşeyi merkezlerine bildiriyorlar. Başarısız olunca merkezin yüzünü kara çıkardıkları için üzülüyorlar, para kaybettikleri için değil. Ve bütün bunlara rağmen rekabetin herşeyi ezen dünyasında ayakta kalmayı başarıyorlar. Nerden geliyor bu inanç ve güç?

Saygı duydum...

Monday, February 20, 2006

Pink Martini

İyi ki termosu götürmüşüm. Kapıda papatya çayımızı içtik. Phoenix Concert Hall Ankaradaki Saklıkent'in aynısı. İsmini görünce tırsmıştım. Şimdi gömlek falan mı giymek lazım bu konsere diye. Tek farkı içeriye olması gerektiği kadar insan alıyorlar. Saklıkentte içki aldıktan sonra eski yere ulaşmak için etten bir duvarı delmek gerekiyor. Hatta bi şekilde eski yere gelinse bile içkinin yarısı yolda heba olmuş oluyor, o yüzden şişe bira almakta fayda var. Yolda "huooop biradeeer" diye bağıran ayı katmanı da cabası. Saklıkent Anathema konserinde bu etten duvarı aşmak yerine birayı aldığım yerde konuşlanmışlığım vardır.

Pink Martini birsürü kültürden ve altyapıdan 10 kadar insanın (tam sayısını bilemicem) bir araya gelip oluşturdukları bir grup. Piyanist (adı Thomas Lauderdale) tıknaz, sapsarı diken diken saçları ve yusyuvarlak gözlüğü olan bir adam. Bu haliyle civcive benzediğini düşünüyorum. Güzel müzik yapıyor. Grubun en ünlü şarkısını da o bestelemiş.

Bu şarkıyla ilgili çelişkilerim var. Fransız bir şairin şiiriymiş. Şarkının sözleri şöyle:

Çalışmak istemiyorum
Yemek yemek istemiyorum
Unutmak istiyorum
Sigara içmek istiyorum

Bir süredir bu tarz yaklaşımları takip etmekteyim. Ukala, kendini beğenmiş, tembel ama etkileyici insan türü. Bu konuda karmaşık duygularım var. Ben de çözemedim. O yüzden yorum yapmicam.

China Forbes, grupta şarkı söyleyen kadın. Yazdığı şarkıların çoğu birtakım partilerde tanıştığı birtakım adamların telefon numarasını almaları ve sonra aramamalarıyla ilgili. Yani ne yalan söyliyim çok da güzel bir kadın değil bu China. Sempatik belki. Ben içkinin etkisiyle adamların biraz daha atılgan olabildiklerini görmüş bir insan olarak çok şaşırmadım bu duruma. Ama arasalarmış o güzel şarkılar olmayacakmış belki de. Zaten belki bu kız çok güzel olsaydı şarkı yazmazdı. Ya da çok güzel ve çok güzel şarkı yazıyor olsaydı, ne biliym mutsuz falan olurdu. Ya da huysuz. Ya da ukala. Doğa bir yolunu buluyor.

Borazan (ya da herneyse) çalan tüm adamlar bu kadar karizmatik olmak zorunda mı? Stingin trumpetçisi de çok yakışıklı ve karizmatik bir adamdı. Borazan da gerçekten çok anlatımcı birşey. Fena halde ses derinliği ve ses genişliği var. Ayrıca akustik wahwah ya da diğer efektler çok güzel çalışıyor. İnsan nefesinin ürettiği ses başka oluyor. Gerçi adamlar gayet rahattılar. Yanlış çaldıkları yerlerde yeniden başlıyorlar. Piyanist ve borazancı yaptılar bunu. Biraz şaşırdım. Mesela Mehmet Okonşar ya da Gülsin Onay dinlerken hata yapıcaklar mı acaba diye düşünemezdim bile. En hızlı en zor parçalarda bile notaları buldozer gibi eziyor bu insanlar. Belki kültürsel farklılıktandır. Zaten kültürel farklılık hat safhada. Yani bu grubun içinde olmayan ülke yok. Japonundan fransızına, italyanından latin amerikalısına hepsinden mevcut. Geyşa için yazılmış şarkıdan sonra Rusyada geçen şarkı çaldılar. Yine iyi tutturmuşlar bence. Bence bu insanların hepsinin birleşip bütünlüklü bir müzik üretmeleri gerçekten zormuş. Başarmışlar bir ölçüde.

Monday, February 13, 2006

İçimdeki Eric Cartman

İnsanlara üniversitede öğrettikleri en önemli şey sanırım bir sorunu çözmekte izleyeceğimiz yolu bulmak. Hocalar o yolu bulmamızı sağladılar hep. Ama hiçbir zaman çözümü direk vermediler. (Zaten bizim bölümlerde çözümden sözetmek pek güç). Bu bizi garip bir şekilde eğitmiş. Ben bir sorunla karşılaştığım zaman nasıl çözmem gerektiğini araştırıp buluyorum ve sonra bunu uygulayarak istediğim sonuca ulaşıyorum.

Sınıftaki adamlardan biri istediği sonuçları alamıyordu. Benden yardım istedi. Dedim ki benim yaptığım sisteme bak. Oradan kendine uyarla. Sana göstereyim ne nasıl çalışıyor. Biraz gösterdim. Ama adam başka birşey istiyor. Kendisi çok tembel olduğu için benim alternatif birşeyleri araştırıp, sorunu çözüp ona öğretmemi istedi. Ben de işim gücüm var kardeşim senle mi uğraşcam dedim doğal olarak. Öyle kapandı.

Sonra adam gidip öğrenci işleriyle falan konuşmuş ve benim özel öğretmeni olmamı istedi. Bu durumda saat başına bana para vericekler. Adam okula 2 para vericek okul bana 1 para vericek. Bu adam fakir bu arada. Sonra ben bir düşüniym dedim.

Yani bu mudur? İnsan arkadaşına bunu yapar mı? Hiç hayatımda yapmadığım şey. Bizde birinin yardıma ihtiyacı oldu mu herkez seferber olur. Maketin düğmesi mi yetişmedi, alırız elimize zımparayı... Ama insanlar tembellik yapacaklarsa yardım istemezler. Çabalayıp da zamana sıkışmışsan istersin yardım. Arkadaşın çalışırken sen yaymazsın. Bizde herşey ortaktır. Kartonlar, boyalar, makas (Özge sağolsun 2 yıl makasını kullanmışımdır) ve hatta 1. ve 2. sınıflarda zaman da ortaktı. Beraber uyuyup büyüdük stüdyolarda. Şimdi ilk defa bu adam para vererek ona öğretmenlik yapmamı istiyor. Hakaret gibi bişey. Ama adama da demedim biz böyle yetişmedik diye. Baktım burda işler böyle yürüyor. Hintli de dedi ki ilerde çok işine yarar, bir takım legal avantajları var. Ama dedim ki bizde böyle yürümez işler. O da dedi ki "bizde de böyle yürümez, ama bunlar gavur. sen ben birbirimizi kollarız. ama bunların tuzu kuru". Kabul ettim. Haftada bir iki saat. İşlerimi aksatmicak şekilde...

Ama yani kendimi Eric Cartman gibi hissetmedim değil. Hayatta da olamam ya...

Friday, February 10, 2006

Zihinsel Işık ve Uyuyan köpek

"Mental Ray" bir render motoru. Bilgisayarda bir şeyleri boyatmak için. Baya bi karmaşık bişey. Ama ben severim öyle şeyleri. Bugün Mental Ray'i yapan şirketin bir temsilcisi geldi. Ürünlerinin bazı püf noktalarını anlatacak. En ön sırada yerimi almıştım ki, plaj çantası gibi birşey içinde küçücük bir köpek yanıma oturtuldu. Konuşmacının mı birinin köpeğiymiş. Bu el kadar köpek bir anda bütün kızların ve hocaların inanılmaz ilgisini çekti. Yani hayatım boyunca köpek ve kediler arasında yaşamasam ve olabilecek en sevimli ve en iğrenç tüm hallerini bilmesem ben bile sevimli diyebilirdim.

Neyse seminer başladı. Köpek çantanın sapını kemiriyordu. Mental Ray kullanmak biraz riskli. Gerçekçilik olarak aşmış; ışıkların yansımalarını, kırılmalarını, renk kanamalarını (color bleeding) ya da yumuşak ışıkları, duvardan zıplayan ışığın obje üstündeki etkilerini vs... cillop gibi hesaplıyor. Ama detay seviyesini ayarlamak çok önemli. Belli bir değerin üzerinde ekranda hep aynı sonuçları alıyoruz. Köpek çantayı kemirmekten yoruldu. Ama atari o değerin artmasıyla daha da çok işlem yapmaya çalışıyor. Mesela ışığı somuran bir yüzey varsa eğer atari zorlanmıyor. Ama o yüzeyi unuttuysak atari ışığın sonsuza gittiğini sanarak onu takip ediyor ve aklı yoruluyor. Köpeğin uykusu geldi. Sanırım uyuyacak. Buna benzer bir takım püf noktalar var.

Katman katman boyamak gibi birşey vardır ya. Yeni Mental ray bu konuda aşmış. Bilmediğim şeyler de öğrendim, örneğin occlusion katmanı boyatırken final gather noktalarının max displacement ı tüm ekranın 10 da biri kadar olmalıymış. Köpek horluyor. O kadar küçük köpekten bu kadar horultu nasıl çıkıyor anlamadım. Adam birşeyi denemek için rendera basıyor ve bir sessizlik oluyor. Bekliyoruz atari boyasın... Ve küçük köpek horultusundan başka ses kalmıyor. Şimdi rüya görüyor. Kolları bacakları istemsizce hareket ediyor. Kasılıp gevşiyor. Sınıfın ışıklandırma ve compositing manyağı çok zekice bir soru soruyor: final gather ve G.I. aynı anda kullanılacaksa hangisine abanılmalı. Final gatherın atarinin beynini çok yediğini söylüyor adam. "Sonuçlar birbirine yakınsa G.I. a abanın." Köpek kabus görüyor. Tekmeler atıyor. Arkalardan birileri aptalca bir soru soruyor. Sorular zekice olmayınca çok sıkılıyorum. Hemen hayal falan kurmaya başlıyorum. Zaman kaybetmemek lazım. Adam da sallıyor zaten, aç kitabı oku gibisinden.

Biliyorum ki arkamda oturan zavallılar bu renderları görünce "ehehe abi ne güzel render abi ben de açiym final gather'ı, G.I. yı" diyecekler. Ve biliyorum ki bu adamlar o düğmelere basınca alacakları sonucun güzel olacağını sanacaklar. Hatta parametreleri ayarlamak için saatlerce uğraşacaklar ama istedikleri gibi olmayınca yine parametrelerin suçu olacak. Ve eminim bazıları bugün perdede gördükleri şeylerden gaza gelip 10 dakikada bir frame hesaplayan gerzekçe ayarlar yapacaklar birşeyler yetişmeyecek vs... Köpek uyandı galiba. Bütün gösteri boyunca havlamadı çok ilginç.

Saturday, February 04, 2006

Dehşet

Ya şöyle bir kız ayakkabısı var:

Şimdi ben bu ayakkabıyı her gördüğümde bir irkiliyorum. Niye irkildiğimi bilmiyordum ama bir tedirginlik, bir endişe kaplıyor beni. İstemsiz birşey. Birisi bu ayakkabılarla bana yaklaşıyorsa içgüdüsel olarak yolumu değiştiriyorum ve en önemlisi bu ayakkabılara dik dik bakıyorum.

Geçen gün neden olduğunu keşfettim yurtta. Tek bir korkum var. O da şöyle birşey:


Karşıdan gelen kız tam benim çenemin altından kafama doğru bir tekme atarsa olacaklardan korkuyormuşum. Bilinçaltım şu ayakkabıyı görünce direk yaşama içgüdülerimi devreye sokuyor. Her an saldırıcak olan ayakkabıyı dikkatle takip ediyorum. Ondan uzaklaşmaya çalışıyorum. Korkuyorum. Heralde tedirginlik te o yüzden oluyor. Ama yani kız bir tekme atsa olur bu. Korkmakta haksız değilim.

Thursday, February 02, 2006

Allahın belası limon

Limonu ortadan ikiye kestim. Salataya sıktım. Kalanı da ziyan olmasın diye yiyim dedim. Yemekten sonra limon keyfi yapıyordum. Sonra olan oldu. Allahın belası limonun liflerinden biri azı dişlerimin arasına sıkıştı.

Sol üst çene azı dişlerinde. Çıkmıyor. Saatlerce dilimle ittirmeye çalıştım. Sonra elimi ağzımın içine sokarak tutmaya çalıştım. Allahın belası tutulmuyor. Kayıyor. Arkadaşlardan biri diş ipi verdi. Ama o kadar gerilerde ki diş ipini oraya götürtmek imkansız. Birkaç kere oralara ulaştı ama çok geride olduğundan diş ipi dudaklarımın kenarlarını kesiyor.

Sonra biraz durdum. Sakinleşmem gerekiyordu. İçimden birses "onu affet" dedi. Bırak orada yaşasın. Beraber uyum ve huzurla yaşayın. Ona alış. Senin bir parçan olsun bundan sonra. Hatta sevdiğin bir parçan olsun. Kulakların ya da burnun gibi. Limon parçan... Senin limon parçan. Bir süre sonra artık varlığını bile hatırlamayacağım bir yeri vücudunun. Mesela küçük dilin gibi.

Neden beraber olamayalım ki? Onun da bana verdiği bir his var. Ağzımın içinde bir değişiklik, başka bir mod var.

Ama allahın belası ordan damağıma değmeye devam ediyor. Dilimle dokunuyorum ve alay edermişçesine kendini hissettiriyor ama çıkıp gitmiyor. Eninde sonunda çıkıcak şerefsiz. Ve çıktığı zaman ben orada olucam. Dişlerim orada olucak. Öyle bi geberticem ki onu. ALLAHIN BELASI ÇIK ARTIIIIIIK. (ühühühühü)

Sunday, January 22, 2006

İnternet Düğünü

// Nikah_Memuru has just joıned the chat ***
(11:12) Damat: Hoşgeldiniz memur bey.
(11:12) Nikah_Memuru: Hoşbulduk
// Gelin_:) has just joined the chat ***
(11:13) Gelin_:): Merhabalar
(11:13) Nikah_Memuru: Arkadaşlar yüzük hazır mı?
(11:13) Damat: Evet evet herşey hazır. (yüzük “smiley”’i ) Başlayabilirsiniz. :)
(11:13) Nikah_Memuru: Evladım böyle olmuyor ama. Daha adamakıllı bir yüzük bulamadınız mı?
(11:14) Damat: Ya bulamadık, google da falan arattım ama…
(11:14) Nikah_Memuru: Neyse hadi. Şimdi biz sizin başvurunuzu inceledik. Evlenmenize engel olacak birşey bulamadık.
// Damadın_Annesi has just joined the chat ***
(11:15) Nikah_Memuru: Haydaaa.
(11:15) Damadın_Annesi: Sami nooluyor burada? :(
(11:15) Damat: Aa Anne? Nasıl geldin buraya?
(11:15) Damadın_Annesi: Kim bu kız Sami? O nasıl avatar öyle? Profilini okudum bu kızın. Bu kızdan sana hayır gelmez.
(11:15) Gelin_:): Sami neler oluyor?
(11:15) Damat: Anne lütfen…
(11:16) Gelin_:): Ben buna dayanamicam Sami.
// Gelin_:) has just left the chat ***
(11:16) Damat: Ya Ayça bi dakka…
// You have just received a NUDGE ***
(11:16) Damadın_Annesi: Bırak gitsin Sami.
(11:16) Nikah_Memuru: Kardeşim aranızda anlaşmadan başvuru yapıyosunuz, olan bize oluyor. Belediyeye gelen internet faturasının haddi hesabı yok. Aranızda anlaşın mail atın bana. Damadın Annesi de atsın.
// Nikah_Memuru has signed off ***
(11:17) Damat: Ya anne naaptın? :(
(11:17) Damadın_Annesi: Sus. Anneye öyle surat yapılmaz.
// You have just received a NUDGE ***
// Damat has just left the chat ***
(11:16) Damadın_Annesi: Sami çabuk buraya gel.

(hallac pamugu ile ortak bir geyiğin ürünüdür.)

Wednesday, January 18, 2006

Hiddet Yönetimi

Bu adam 40 lı yaşlarında. Bizimle beraber okula geliyor. Kimse o kadar geleneksel çizgi film kariyerinden sonra buraya neden geldiğini anlamadı. Ama burada ve bizler gibi çalışıyor, çabalıyor.

Bilgisayar ve adamın araları hiç iyi değil. Ne tür sorunları olduğunu kimse soramadı. Çünkü korkuyoruz.

Genellikle geceleri oluyor. Bilgisayar yerinde vücuttaki parmak sayısından az insan kaldığı zamanlarda... Bilgisayar adamın dediği şeylerden birini yapmıyor olmalı. Ya da yaptığı birşeyleri bozuyor da olabilir. Tam kestiremedik. Ama adam çok kızıyor. Kızdığı zaman önce bağırmaya ve küfretmeye başlıyor. Sonra masaları yumrukluyor. Eğer çok kızmışsa mouse u hızlıca masaya vuruyor. Ben hep saklandığım için göremedim ama klavyeye kafa attığını söylüyorlar. Duvarları tekmelediğini görenler varmış.

Adam delirmeye başladığı zaman ben "orada yok"muşçuluk oynuyorum. Bir tür kamuflaj. Şöyle ki: Sandalyede biraz daha aşşağı doğru kaymak suretiyle önce yerden yükseklik azaltılıyor. Omuzları aşşağı doğru çekiyorsunuz. Bundan sonra hareketleri minimuma indirmek gerekiyor. Edinilen poz sesler dinene kadar saklanmalı. İkinci önemli konu ses çıkarmamak: Eller klavyede ise tuşlara yavaşça basılıyor, sanki tuşlar pamuktanmış gibi düşünmek faydalı olabilir.

Gündüzleri gayet mülayim bir adam. Sanki karıncayı bile incitmezmiş gibi görünüyor. Bazen diğer çocuklarla biraraya gelip korkularımızı paylaşıyoruz.

İlginç...