Thursday, April 06, 2006

Render Sakalı

Böyle bir kavram var. Render sakalı diye. Animasyon bittikten sonra onu boyatmak gerekiyor. Bunun için de birçok işlemci gerekli. Boyatma işlemine render diyorlar. Bu dosyaları boyayan birçok işlemcisi olan bir sistem var, adı render farm (render tarlası)

Tam da tahmin ettiğim gibi birsürü insan gerçekten çok korkunç ve gereksiz ayarlar yaptı. Bu render tarlasını kitlediler. O zaman sınıftaki bilgisayarları gece kullanmak daha akıllıca birşey haline geldi. Ben de bunu yaptım. Ama bunun için de sınıfta kalıp onları yönetmek gerekiyor. Bir bilgisayarın işi bitince yenisini vermek gerekiyor. Başlarında durup onları tokatlamak gerekiyor. Bir yandan da eksikleri tamamlayabiliyorum. Bu süre içinde diğer uykusuz insanlarla karşılaşmak mümkün geceleri. Hatta onlara takılıp, uzun aralar da verilebiliyor.

Bir süredir o yüzden hiçbişey yazamadım. Sonra dün bu baharın ilk akşamüstü gezintisini yaptım. Hava sıcak değildi. Ama çok soğuk da değildi. Yürüdükçe çekilebilir. Ama durunca üşür insan. O yüzden yürüdüm devamlı. Sevdiğim yerlere gittim, ormanın derinliklerine. Sevdiğim saatler yakındı. Güneş batıyordu. Kuşlar ötüyordu. Herşey süperdi. Sonra bir ara gölgemi gördüm. Boyumu çok çok geçmişti.

İlkokula giderken arka mahallede bir mezarlık vardı. Süper bir yerdi burası. Ağaçlar ve çalılarla çevrili. Yerlerde hep papatyalar açar. Her zaman serindir. Eski bir mezarlıktı. Mezar taşlarının üstündeki yazıları okuyamazdım. Roma rakamları gibi şeyler yazıyordu. Zaten taşlar yerle bir olmuştu. Çoğu dağılmıştı. Ama ölü insanların toprağa kattığı hayattan mıdır nedir, orası öyle yeşildi ki. Çimler mükemmeldi ve herşey çok doğaldı. Çok güzel kokardı. Çamur ve çimen. Evden uzaktı. BMX imle(hastasıydım) 10-15 dakkada orada olabilirdim. Mezarlığın derinliklerinde bir tane çok kocaman ağaç vardı. Bu ağaç eskiden oradaki en büyük ağaçmıştı heralde. Sağından solundan birsürü başka ağaçlar çıkıyordu. Ama ortasında olması gereken en kocaman yer yanmıştı. Yıldırım düştüğünü söylemişlerdi. Neyse orası boştu. Ağaç kendisi büyülüydü.

Oradaki çocuklarla oynarken eve geç kalmıştım. Bir anda bir baktım gece olmuş. Sokak lambaları yanmış. İçimden bir ses "boku yedin" diyordu. Neyse bastım eve geldim. Tabii ki çok geç kalmıştım. Annem acayip kızdı. Çok merak etmiş doğal olarak. Özür diledim, zamanın nası geçtiğini anlayamamıştım ve ne zaman geri dönmem gerektiğini kestiremiyordum. Saatim yoktu. O zaman annem dedi ki eğer gölgen boyunu geçmişse geç kalmışsındır.

Ondan sonra bu benim zaman ölçme aracım oldu. Oynarken oynarken hep bir gözüm gölgemde oluyordu. Boyuma yaklaştığı zaman huzursuzlanıp endişeleniyordum. Ama tam olarak ölçemiyordum ki. Bazen acayip tırsıyordum. "Geçti galiba sıçtık" diye eve koşuyordum ama geç kalmamış oluyordum. Böylece oyundan 15-20 dakka kaçmış oluyordu. Sonunda toprağa ayaklarımın olduğu yere çizgi çizdim. Sonra gölgemin ucuna taş koydum. Sonra yatıp boyumla kıyasladım. Artık mükemmel bir şekilde ölçebiliyordum. Eve hep zamanında geliyordum. Heyoo.

Neyse sevdiğim yerlerde yürürken gölgemi görünce aklıma bunlar geldi. Gölgem boyumun iki üç katıydı nerdeyse. Eve dönme zamanı mıydı yoksa. Sonra hayatta en sevdiğim saatlerin güneşin gittiği ama ortalığın hala aydınlık olduğu saatler olduğunu hatırladım. O zaman bu tür çağrışımlar kurmanın saçma olduğunu farkettim. Bu hiçbişey demek değil. Yine de hatırlamak güzel.

No comments: