Saturday, July 21, 2007

Madame Tutli Putli

Elimdeki birayla bir acele studyodaki kucuk sinema salonuna giriverdim. Gozlerimin karanliga alismasini beklemeden yere comelmis insanlarin arasina comeliverdim. Madam Tutli Putli coktan baslamisti. Yaklasik 30 kadar animator bir solukta izledik yaklasik 10 dakikalik filmi. Stop motion'a karsi oldum olasi zaafim vardir, tabi iyi yapildigi zaman. Yine de burada dikkatimi ceken sey animasyondan cok gozlerdi. Sonunda birileri benim gibi gozlerin canlandirilirken hep eksik kaldigini hissetmis ve bu konuda yeni birseyler denemeye baslamis. Ne olursa olsun, 3D, stop motion ya da cell, hep gozlerde bir eksiklik hissediyorum ben. Bir cift goz ve kasla assagi yukari herseyi anlatabiliriz aslinda, ama ne yaparsak yapalim, gercek bir cift gozun anlattigi kadar cok seyi karelere sigdiramayiz.

Yanimdaki Ken'i durttum, "bunlar gercek goz, kuklanin uzerine comp'da eklemisler" dedim. "Evet, galiba" dedi. Daha once bu filmle ilgili bir makale okumustum, Anecy'de baya ses getiren birkac filmden biri; bir digeri "The wolf and the boy" (o da stop motion, ve bu sefer de gozlerde bir atraksiyon var; animatorler parlakligi yakalamak icin calismadan once bir tur kimyasalla gozleri islatmislar vs...)


Sonra yonetmen ve "gozler" ortaya cikip kisaca nasil yaptiklarini anlattilar. Gozler cok tatli, kisacik sacli Fransiz bir kadin. Gercekten kocaman gozleri var. Yonetmense Montreal'den bir adam. Filmi dort senede bitirdiklerini soylerken gozlerim faltasi gibi acildi. Kanada animasyon camiasini bir suredir takip ediyorum. Ottawa animasyon festivali ve Toronto film festivali gayet buyuk olusumlar. Ottawa neredeyse 30 yildir var. Bu etkinlikleri ve kanadadaki yaratici tum filmleri NFB (National Film Board of Canada) destekliyor. Yani bagimsiz sanatcilara sadece hayal edebildikleri filmleri uretebilsinler diye bedava para veriyor. Ustelik paranin yaninda artistic freedom dedigimiz, biz 3. dunya ulkelerinde yasayan basit ve fakir insanlarin ancak hayalini kurabildigi birsey daha veriyorlar. Bu iki seyi alan adam ise 2 dakikalik filmi 4 yilda yapmayi basariyorlar. Muhtemelen bunlar yine en basarililari. Bu iste bi sacmalik var ama... Bilemiyorum...

Friday, July 20, 2007

Blog Dunyasi

iki yil once bir animasyon dergisinde UGC denen (User Generated Content) herkesin istedigi yerlere yazi yazip ya da resim cizip internette yayinlayabilmesi olayiyla yani kisa bloglarla ilgili bir makale okumustum. O zamanlar boyutlarini hayal edebiliyordum ama yasamaya basladikca cok ilginc yerlere gitti. Artik assagi yukari herkesin bir blogu var. Kalitelisinden kalitesizine, yazarindan, ev hanimina, teenage'inden, yaslisina herkesin ama herkesin blogu var. Bilgisayar verilerinin paylasilirliginin bu kadar artmasi, kolaylasmasi kafamda soru isaretleri olusturmaya basladi.

ornegin insanlarin bloglarindaki linklerden uc dort kez atlayarak suna ve suna ulastim. yazdiklari en son iki yaziyi okudum. bunlarin kardes oldugunu, birinin evlendigini, cocugu oldugunu, gecen gun 28 yasina bastigini, cocugun da basketbol oynamaya basladigi gibi seyleri ogrendim. Ama neden?

Peki bu ne isime yaradi? Bu insanlar neden blog yaziyor? Ben niye yaziyorum? Ben ilk basladigimda bunun evinden uzaklara giden ben icin bir tur psikolojik terapi olmasini ve ayrica gecmisimi belgelemek ("hope you're keeping some kind of record" - Leonard Cohen - Famous Blue Raincoat) ve gerektiginde o zamanlar yasadigim duygusal degisiklikleri hatirlayabilmek icin kullanacagim bir arac olmasini planlamistim (yil 2005). Arac gayet verimli bir sekilde calisiyor. Cunku 2005 teki yazimi okuyabiliyorum ve herseyi hatirliyorum.

Ama butun dunyanin ayni sekilde hergun milyonlarca entry girmesini dusundukce, ve internette dolasan milyonlarca terrabayt kisisel hayat bilgisini hayal ettikce icimden bir ses birseylerin ters gittigini soyluyor. Bunun yaninda sanal oyunlarin ve atmosferlerin gun gectikce daha onemli yerlere geldiklerini goruyorum. Facebook, Lavalife, World of Warcraft gibi seyler var. Insanlar gun gectikce hayatlarinin daha buyuk bir kismini bu tur seylere ve UGC lere adamaya basliyorlar.

Yuksek Lisans tezimi Bilgisayar Oyunlari Tasarimi uzerine yazdim. Tezimde oyunlarin ve sanal dunyalarin gittikce insanlari sizofreniye, bozuk bir kisilik ve psikolojiye ittigini hafifce citlattim. Ama tabii ki tam soyleyemedim (akademik seylerde dogru yazmak gerekiyor ve insanligin elinde su an bunlari soyleyebilecek derecede kanit yok.) Bir sure once bu dunyadan gocen Baudrillard gibi dusunuyordum - O'nun da elinde bir kanit yok sonucta, atip tutuyordu basindan beri, ama edebi olarak sanalliga iyi saydirdigini dusunuyorum (ozellikle simulakra ve simulasyonlar kitabinda).

Sonuc su ki elimizde sanal dunyalar yuzunden aklini kaybetmis ya da ciddi bir rahatsizlik yasamis cok az insan oldugundan sanal dunyaya karsi bir onlem alamiyoruz. Bunun yerine bu dunyalar ve hayat tarzi yavas yavas tum insanligi etkisi altina aliyor, farketmeden her gun daha cok icine giriyoruz. Bazilari uzun sure yadirgayip karsi cikiyor, tepki duyuyor, ama bir gun bakiyorsunuz Facebook'dan mesaj atiyor. Bazilari icine girdikten sonra tepki duyuyor, birakiyor ve bir daha yazmiyor (ki bu cok azinlikta) vs...

Eeee? Niye dedim simdi ben bunlari? Neyse. Bi arguman getirmem gerekiyodu. Ama UGC'lerin guzel tarafi bu, kendim denetledigim icin hicbir zorunlulugum ya da seviye kaygim yok. Arguman oldu mu acaba? belki de arada yapmisimdir. Amaaan olsa da kodum olmasa da....

Monday, July 16, 2007

RATATOUILLE

Sonunda gitmeyi basardim Ratatouille e.

Ya bu ne ya.

Bilgisayar animasyonu altin cagina yavas yavas girmeye basliyor sanirim. Klasik Disney'in alevlenip dunyayi kasip kavurdugu zamanlara...

Ortamda birsuru sacma sapan gercekten basarisiz produksiyon turemeye basladi. Bunlar 3D'nin kolay ve cabuk oldugunu, herkesin iyi yapabildigini sanip piyasaya atlayan orta olcekli studyolar. Cikan isler gayet basarisiz olsa da endustri devinim halinde. Ustelik cogu zaman iyi kazanc da sagliyorlar. Biz okuldayken "Hoodwinked" yeni cikmisti. Daha trailer'dan animasyon ve riglerin kalitesizligini farkeden biz, animated feature'larin seviyesinin dusmesinden hayal kirikligina ugramistik. Buna ragmen Hoodwinked butcesini birsuru kez katlayarak acayip bir ticari basariya donustu: birkez daha oykunun ve pazarlamanin ne kadar onemli olduklarini kanitladi...

Neyse Ratatouille...

Pixar filmleri Steven King'in "o" kitabindaki cocuklarin korkunc yere girerken gordukleri kapi gibi. Her cocuk hayatta en cok kendi korktugu seyin resmini goruyordu kapida. Ratatouille de de ayni sekilde herkes kendisinin deneyimleri ve kisiligiyle olusmus bir tur duygular serisini deneyimledi/tekrar yasadi. Bu film cok basariliydi cunku cok genel bir seyirci kitlesi icin tasarlanmasina ragmen kisisellesebiliyor, insan kendinden birseyler bulabiliyor, ve herkes baska bir yerinde ya da bir dizi yerinde baska bir dizi duygusal degisiklik yasayabiliyor. Gurme bir yemek gibiydi. Romantikti, epikti... Ben basindan beri diyordum zaten Pixar'in anlatim gucunu Brad Bird'e verin, Lasseter gibi gerzeklerle heba etmeyin (bknz: cars) diye. Lasseter biraz ticari bir adam. Araba oyuncaklari ve "merchandise" dedikleri havlu, tabak vs... satabilmek icin arabalarla klise otesi bir film yapti, ne oyku ne de oyku anlatimi bes para etmezdi. Ama sanat cok cok cok gucluydu her zamanki gibi (ki Lasseterin dokunamadigi tek alan kendisi). Lasseter oradaki animatorlere kritik verecek bir seviyede degil ki. Filme etkisi bir producer kadar olabilirdi ancak, nitekim oyle oldu, ama gorsel takim buna ragmen cok iyi kotardi filmi. Herseye ragmen izleniyor.

Brad Bird bu filme basladiginda ben baya bi umutsuzdum. Cunku Brad Bird de atmosfer olarak kendini tekrarliyordu. Iron Giant ve Incredibles cok farkli gorunseler de atmosferleri ayniydi, Brad Bird'un cocuklugundaki Amerika. Bunun yaninda duygulari olusturma ve anlatma konusunda hep digerlerinden cok daha ilerideydi bu adam (en azindan hollywood'dakilerden). Dusuk beklentilerle gittigim son Pixar filminden hayranliklar icinde ciktim. Brad bu sefer atmosferini de yenilemis, Paris'te gecmesinin yaninda duygulari da diger filmlerindeki kadar guclu vermis. E buna Pixar'in teknik, sanatsal ve anlatim ustunlugunu de eklersek... Bence olaganustu bir film cikmis ortaya.

Sanat kismina hicbisey soyleyemiyorum. Animasyon mukemmel, Brad Bird animasyon konusunda da gercekten otorite. Glen Keane, Milt Kahl gibi adamlar tarafindan yetistirilmis. Bi noktada durmus ve demis ki, "ben animasyonu kesfettim (yas 12-14), ama film yapmak icin hayati kesfetmem lazim, Disney de kalirsam hayati kesfedemicem, animator olarak kalicam ama hayal ettigim oykuleri anlatamicam" demis ve Disney'den cikip normal bir hayat yasamaya baslamis. Yillar sonra hayati kesfetmis olarak geri donunce, animasyon dehasiyla film yapma tutkusunu birlestirip su an bunlari yapiyor. Beraber calistigi animatorler ondan kritik almanin cok keyifli oldugunu soyluyorlar. Kendisinin de eglendigi anlasiliyor bu isi yaparken.

Neyse muzik+animasyon+resim+oyku+... birlesmis ve cok ustun bisey cikmis ortaya.

Bundan sonra hayattan bekledigim sey: Pixar anlatim gucunu Miyasaki'ye vermeleri, ve Miyasaki'nin yaraticiligiyla Pixar'dan bir film cikmasi. Heralde son nokta falan bu olurdu...

Thursday, July 12, 2007

Dusundum de

Muzik dinliyordum. Sonra neden bu sarkiyi sevdigimi dusundum. Anladim ki hayattaki sarkilarin cogunda belli bir yerin gelmesi icin bekliyorum ben. Ornegin sarki 5 dakikaysa bunun ortalama 4 dakikasi benim icin beklemek ve tahammul etmek. Bu ornekte yaklasik 2. dakikaya kadar bekliyorum. Sonra gercekten cok estetik bir ritm figurun ustune yeme de yaninda yat turunden bir solo geliyor. Ama bu sirada muzik gercekten ustunlesiyor, altin haline geliyor. Bir dakika sonunda hersey tekrar eski haline donuyor. Bazi zamanlar sarkinin altin kismina ulasmak icin gercekten iskence cektigime inaniyorum. Bazen Satriani tum bunlari bilerek yapiyormus gibi geliyor. Sanki o guzel kismi sunmak icin bize odettigi bedel ya da oraya ulasmamiz icin katetmemiz gereken yol sarkinin geri kalani. Belki de sarki geri kalani olmadan o kadar guzel olmayacak (Satriani'nin boyle dusundugune eminim.) Sabirli davranip o guzel kismi haketmemiz gerekli. Dinledigim cogu muzik icin gecerli bu, bazi sarkilarda bir gitar oyununa asik olup onu milyonlarca kez dinleyebiliyorum. Ornekleri arttirmak mumkun:

Eminem : Sing for the moment - "See this kids..." diye baslayan son sozler.
Malmsteen : Crying - 2. dakikada baslayan uzun solo, fade out olmaya baslamadan 4 olcu onceye kadar
Lizst : nr:9 Macar Rapsodisi - Tam ortada baslayan cok bilinen tema ve sonraki suslemeler
Chopin : Ballade nr:6 - En sondaki sapik bitiris.

Bu sarkilarin kaymak kisimlarina ulasmak icin geri kalanlarina tahammul etmemiz gerekiyor. Ve hatta hayatin geri kalanina da uyarlayabiliriz bunu:

- Cocukken iskenderciye gidildiginde once iskence olarak pideleri yemek, donerleri sona birakarak tadini cikarmak., (ve de kardesi kiskandirmak icin de yapilir, cunku o bitirmis olur coktan, ama gerizekaliliktan onun doymus oldugu aklimiza gelmez vs...)(aslinda sonralari pideleri donerlerden daha cok sevdigimi de anladim...)

- Fener Parktan dunyanin en temiz ve guzel denizine girmek icin kayaliklari inmek, yorucu inisten terleyip serin/ilik sulara atlamak. Ayni sekilde acikmis ve yorulmus bi sekilde annenin yaptigi dolmalari yemek icin kayalari tirmanmak, butun o yolu sicakta yurumek.

- Commodore 64 te herhangi bir oyunu oynamaya calisirken 45 dakka mavi ekrana bakip heyecanla oyunun "cikma"sini beklemek, oyunun bazen "cikmamasi". Ama bazen oyun "ciktiginda" bekledigimiz 45 dakkayi hic hatirlamamak, altin anlar...

Herneyse anafikir: kayalari inip cikmadan dolma o kadar lezzetli olmuyor, sarkilarin geri kalanlarini dinlemeden sevdigimiz yerleri cok anlamli olmuyor... Hayattaki iskencelere gulumseyerek atlamamiz lazim...

(Ben hala sarkilarin bazi yerlerini ileri sariyorum yanliz. Bu durumda anafikir yanlistir. Ozur diliyorum.)

Monday, July 09, 2007

Metalciler arasinda bir aksam

Uzun suren metro yolculugunun sonunda havadaki nemden duvari yararak sokaklarda yurudum. Kucuk bir tepeyi astiktan sonra disaridan bir kulube gibi gorunen studyo 199'u buldum. Kulubenin onunde gergin gergin sigara icen vokaliste elimi uzattim, kendimizi tanittik. Diger elemanlari beklerken bana ilandan buldugu insanlarin hic guvenilir olmadigindan, bir gelip bir gelmeyerek onu hayal kirikligina ugrattiklarini anlatti. Birkac hafta once internetten buldugum bu grup gecmiste birkac kayit yaptiktan sonra biraz ara veren ve sonra tekrar biraraya gelmeye calisan, hafif protest, old school bir rock grubu.

"Sozlerimizi cok saldirgan buluyor musun?" diye sordu. Sozleri okumus olmama sevinerek kibarca "evet" dedim. Saldirgandan cok gereksiz buluyordum aslinda, saldirganliginin alti bostu, ama tabi bunu ona soylemedim. Eski davulcularinin 8 ay beraber caldiktan sonra ilk defa sozleri okudugunu ve bir anda muhafazakar birisi oldugunu hatirlayarak gruptan ayrildigini anlatti. Caldigi seyin icerigiyle benim kadar ilgisiz birisi daha oldugunu ogrenmek beni biraz rahatlatsa da uzun vadede buna tahammul edemeyecegime karar verdim.

Bascinin gelmesiyle kulubeye girdik. Kapidan girerken bu tur yerlerin dunyanin her yerinde ayni sekilde koktugunu farkettim. Rutubet, muzik aletleri, calanlarin ter kokulari, biraz sigara, belki izolasyon materyalleri, saga sola dokulmus bira kalintilari, ahsap yerler... Studyo kokusunun kimyasal bilesenleriyle bulanan zihnim cirtlak amfilerin igrenc tonuyla uyandi. Bir yerlerde amator olarak calan ya da muzikle ugrasan cogu insanin sesin kendi dogasiyla ne kadar az iliskisi var. Imkansizliktan muhtemelen. Guzel tinilar elde etmek icin essek gibi paralar harcamak gerekiyor. Cogu zaman cok acayip ekipmanlar zengin cocuklarin elinde, bir koseye atilip unutuluyorlar, buralarda gittigim birkac evde acayip pahalli gitarlar bir askilikta asili duruyor, temizlikciler tarafindan ozenle parlatilmis ama kapagi belki aylarca acilmamis piyanolar uzun uzun bekliyorlardi.

Caldik sarkilari. Eski gunlerdeki gibiydi. Cikista adam hayallerinden ve birgun bir rock star olmak istediginden bahsetti. Bunu basarmak icin herseyini verebilirmis. Gunduzleri 9 dan 5 e bir iste calisiyormus, ama hayatinin asil amaci 5 sarkilik bir demo kaydedip muzik endustrisine girmekmis. Counting Crows diye bir grubun Mr.Jones diye bir sarkisi vardi - unlu olmak isteyen ve bunu hayatinin amaci haline getirmis yeteneksiz ya da guzel gorunmeyen insanlardan bahseden. Buyuk hayalleri olan kucuk insanlardan.

Rutubet duvarini yararak evime dogru giderken satin aldigimiz dijital saatlerin her zamanki gibi yanip sondugunu, televizyonda her zamanki gibi gereksiz reality-showlar oldugunu, kedilerin herseyden bagimsiz bir sekilde miyavladiklarini ve dunyada benim gibi birsuru kucucuk insanin yine benim gibi gayet sacma sapan seylere inanarak hayatlarini buna harcadiklarini dusundum ve kendimi evimde hissettim.

Thursday, July 05, 2007

Herseyin fazlasi zarar


Normalde birseye 55 para vermeden once baya dusunup tasinirim, buna deger mi diye. Ama konu Dave Weckl, John Patitucci, Mike Stern ve de adini daha once duymadigim David Oliver'in biraraya gelip caz yapmalari olunca dusunmedim. Son 8 koltuktan birini kapattiktan sonra disardaki diger atraksiyonlara katildik. Louis Armstrong sesi cikarabilen ve de trompet calabilen kadin, tum ahaliye allahin country sarkisini soyletmeye calisip sican kovboy sapkali adam, cocuklara afrika muzigi soyleten Afrikali adam ve de palyanco tadinda insanlar bunlardan bazilari.


Sonra sasilasi bir sekilde bir lubnan restorani bulup sis kebap ve baklava yiyen ben (ki ertesi gun de oradan ayrilmadan bir kez daha gomecektim.), Dave Weckl'i izlemeden once sokakta uzerinde Jazz Bar yazan semsiyeli buzdolabindan bir bira cakmayi basaracaktim. Gercektende sokaklarda kurulu onca sahne ve bunlarin uzerlerinde calan gayet profesyonel ve yetenekli cazci'larla Place des Arts mahallesi, kocaman bir acik Jazz Bar haline gelmisti.


Dave Weckl, Patitucci ve Mike Stern cok fazla caldilar. iki bucuk saat surdu neredeyse ve toplamda 5 sarki falan caldilar. Hersey emprovizeydi, ve bir kez falan prova yapma imkani bulmuslar o gun. Calmaya baslayinca 20 dakka falan sonra duruyorlardi.

Dave Weckl, Patitucci ve Mike Stern cok fazla caldilar. Normal bir davulcu dakikada 250 nota vuruyorsa, Dave Weckl sanirim 1000'i zorluyordu. Ritmleri, solo gibiydi. Cok hizli ve cok yumusak caldi. Cok karmasik ve alti ustu sagi solu dopdoluydu. Sololari daha da doluydu. Dolduk tastik.

Dave Weckl, Patitucci ve Mike Stern cok fazla caldilar. Patitucci'nin Weckl'dan assagi kalir yani yok. 8 telli basi, kontrbasi, hepsini essek gibi caldi. Her ikisinin de cok estetik ve cok teknik caldiklari zamanlar oldu.

ve Dave Weckl, Patitucci ve Mike Stern cok fazla caldilar. oradan ciktigimda artik 2 ay falan muzik dinlemek istemiyordum. Cok yorulduk, tum seyirciler. Tekno falan istedi bunyem.