Thursday, December 08, 2005

Modern Zamanlar

Jimnastik salonuna sardırdık son zamanlarda. Koşma aletini ilk gördüğümde "aaaah ah" dedim. Antalya Fener Parkta nası koşardım dağlara, kayalara ve denize karşı. Mükemmel manzara, sıcak ve nemli hava, ve sonra çok terlediğimde yoldaki fıskiyelerin arasından geçerek azıcık ıslanmak... Bütün bunların yerini gerizekalı bir makine, aynalar ve dolayısıyla suratım ve vücudum alıyor. Aynada kendime bakarak ama dağları düşünerek koşmaya karar verdim. Makinenin üzerine çıkıp kontrol paneline şöyle bir göz attım. "Koş" diye bir düğme arıyordum. Ama birsürü düğme vardı. Neyse makine ve düğmelere olan saplantım nedeniyle kurcalamaya başladım.

Önce ağırlığımı yazdım. Lb de ne ola ki? Ben kilo biliyorum. Neyse attım; 150 lb varımdır. Sonra hangi programda koşmak istiyorsunuz dedi. Cardio yu seçtim, heralde kalple ilgilidir. Hızımı yazdım:3 . En son yaşımı ve kaç dakka koşmak istediğimi sordu. Daha ilginç sorular bekliyordum ki bant yavaştan kaymaya başladı. Güzel. Önce biraz yürüttü. Isıncakmışım. Sonra koşmaya başladık. "Ellerini şuraya koy" yazmaya başladı. Tamam koydum. Bu arada koşmaya devam ediyorum. Kalbin şu kadar hızlı atıyor dedi. İyi peki. Ellerimi bıraktım. "Yine koy ellerini" dedi. E ama yani şimdi böyle koşması da zor oluyor. "Hadi len" dedim. Koymadım ellerimi. Ondan sonra gıcıklaşmaya başladı. Yanıp sönen kalpler mi ararsınız, yoksa çizgiler var artıp azalıyolar, yanda bir yerde %3 yazıyor, o artıp azalıyor falan. Bunları izlerken baktım baya bi zaman geçmiş. Baktım çok yavaş koşturuyor. Hemen düğmeye basmaya başladım. Büyük hata. Alet gıcıklığının doruklarında. Çarptı beni hafifçe. Ben dengemi kaybederekten düşmeye başlamıştım ki aşağıda gördüğünüz mükemmel hareketle düşmemeyi başardım.

Tabi çevikliğim karşısında dehşeye düşen diğerleri... Yok yalan söylemiyeceğim. Şaban gibi göründüğümden herkes güldü. Hintli arkadaşım kendini makineden atıp yardıma geliyordu ki, iyiyim yaparaktan durdurdum onu. Sonra da "sıçarım bandına da koşusuna da" diyerekten yandaki hiçbir yere gitmeyen bisikletlere binmeye yöneldim. Yalnız makineden inince insan yürüdüğünde "git"tiği için seviniyor. Makinenin tek eğlenceli tarafı indiğinizde aslında yürüyünce konumunuzun değiştiğini hatırlamanız. Onun dışında bir olayı yok.

Aklıma Charlie Chaplin in Modern Zamanlar filmi geldi. Teknolojinin gelişmesiyle filmlere ses girmiş, ama Chaplin sesi kullanarak film yapmayı reddetmişti. Bu onun sanat anlayışıydı. (Belki de sesi çok çirkindi, herneyse). Modern Zamanlar'da Chaplin sinema sanatını yeni bir düzleme taşıyarak bozan "ses" i, teknoloji ve makine ile bağdaştırmıştı. Yemek yedirme makinesi Chaplini döverken adeta teknolojinin Chaplin'in yarattığı sanat anlayışını nasıl yokettiğini ve eli kolu bağlı (filmde gerçekten bağlıdır) olan biteni izleyen sanatçının çaresiz haykırışını hissetmiştim. Ne yazık ki hiç sesi çıkmıyordu.

Dün makineden düşerken Chaplin'in sesini duydum...

Monday, December 05, 2005

"Missed a spot"

Traş olmayı oldum olası beceremedim. Sıkılıyorum. Bir yerler kalıyor hep. Üniversitedeyken traş olduğum her sabah birileri uyarırdı "Şurada biraz kalmış" diye... Özellikle Osman hiç sevmez yamuk yumuk traş olunmasını. Fırat ve Deniz de arasıra söylerlerdi. Neyse ben bu konuda özensizliğimin bilincinde olaraktan uyarıları dinler, ama bir dahaki traşta yine bir yerleri bırakırdım bir şekilde.

Bugün çocuklardan biri aynı konuda uyardı beni. Şaşırdım önce. Sonra sevindim. Diller, insanlar, ülkeler, traş bıçakları değişmişti. Havalar, sular ve reklamlar çok farklıydı. Ama ben hala traş olurken bir yerleri kaçırıyordum. Hatta birileri beni uyarıyordu. O zaman dedim ki bütün bu değişen şeyler kafamı allak bullak ederken bir şekilde bazı özelliklerim aynı kalabiliyor. O zaman o kadar da kötü değil hiçbirşey. Kendime sarılmak istedim. Çocuklara da sarılmak istedim. Çok sevdiğim zamanlardan birşeyler gelmiş benimle, kalmış bende. Traş olurken çenemin altında biraz kalmış mesela. Yaşasın.

Bunları düşünürken oluşan sessizlikten insanlar rahatsız olacaktı ki, ben hep yaparım bunu dedim. Millet güldü tabi. Aman anı olarak yazdım bunu. Niyeyse.

Saturday, December 03, 2005

Zeynep; Ben Batman'im!!

Geçen gün yatmadan önce bir televizyona bakayım dedim. Gece 2 falandı. Bir anda o sahneye denk geldim ve bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Hayatımda ilk sinemaya gidişimdir bu. Antalya Saray Sineması. 1989. O zamanlar şimdiki Antalya 2000 iş merkezinin olduğu yerdeydi bu sinema. Kentin tek sinemasıydı. 9 yaşımdaydım. Annem, babam ben ve kardeşim, ailecek akşamüstü seansına, Tim Burton un Batman filmine gitmiştik. Daha önce hiç o kadar büyük bir kapalı mekan içine girmediğim için zaten salona girer girmez çok heyecanlanmıştım.

Ama izlediğim şey daha büyük devrimler yaptı beynimde. Hiç kimseden, filmden, yönetmenden, oyunculardan ya da karakterlerden, hiçbirşeyden haberim yoktu. Bunları ve sinemayı hiç bilmeden gittim oraya. 9 yaşımda, bu tür şeylerden en çok etkilenebileceğim yaşta Tim Burton dünyasına maruz kaldım. Gotik ve inanılmaz dışavurumcu mekanlar, mükemmel çizilmiş karakterler ve öykü... Jack Nickholson... Müzikler Danny Elfman'ın. Kim Basinger... Tim Burton dünyası...

Bu filmden sonra 3 sene boyunca şu anı hayal ettim.

Zeynep ilkokulda herkesin aşık olduğu kız mıydı? Öyle bişeydi işte. Sonra Batman'in uçağına binip mahallede uçtuğumu, sonra uçakla kayalardan denize doğru süzüldüğümü, sonra evimizin tavanarasında deneyler ve acayip garip aletler yaptığım bir atölyem olduğunu ve o aletlerle apartmanlar arasında Batman gibi uçaraktan, oraya buraya ipler fırlataraktan ilerlediğimi hayal ettim. Ve sonra Batmanin arabası gibi bi araba yaptığımı, içinde birsürü yanıp sönen ışığın, göstergenin ve düğmenin olduğunu, sonra arabanın içinde gecenin karanlığında gizlendiğimi ve canavar köpekleri küçük oklar atarak püskürttüğümü ve güzel kızı kurtardığımı... Ama bütün hayallerim çok gizliydi. Çünkü süper kahramanlar günlük hayatta basit bir insandırlar.

Sanırım bir süre sonra filmi hatırlamıyordum. Sadece filmden yola çıkarak kurduğum hayaller ilerlemişti. Konu biraz değişmişti. Anadolu Lisesi sınavlarına çalışırken, geceleri yatmadan önce hala bunları hayal ettiğimi hatırlıyorum. Biraz büyümüştüm ama. Artık gerçekçi olmaya başlamıştım. Olamaz mı ki batman'in ip atan zımbırtısı? Olur aslında, şuraya yay koysak... (Hala olamayacağına inanamıyordum).

TV de Michael Keaton un Kim Basinger'a "Ben Batman'im" demeye çalışıp başaramadığı, sonra Jokerin gelip herşeyi berbat ettiği sahneye denk geldim. Bütün bu şeyler kafamda canlandı yeniden. Tim Burton'un küçük bir çocuk üzerinde yarattığı etkiyi anladım. Ne kadar da güçlü... İnsanın kişiliğini değiştiriyor.

Gerçekler mi? Çok komikler. Sınıf birincisi, tıfıl, koskoca gözlükleri olan, futbol maçı yapılırken "aldım verdim" de en sona kalan iki kişiden biri olan birisiydim ben. Muhtemelen de benim sahne şöyle biterdi.

Thursday, December 01, 2005

Hareketli "duruş"lar

"Moving Holds" diye geçiyor literatürde. Şu an denk gelip de çözmekte zorluk çektiğim, sıkılıp yazmaya karar verdiğim bir animasyon sorunudur kendisi.

John Lasseter (pixar kurucularından) 1994 Sigraph (ünlü bir dijital görüntüler fuarı) ta bu konuda bir röportaj yapmış. Onu yayınlamışlar. Okuyunca daha iyi anladım sorunumu. Lasseter diyor ki: "Bilgisayar ortamında bir nesne durduğu zaman yani hareket etmediği zaman pikseller yüzünden ya da başka bir sebepten imaj anında ölüyor." Doğru söylemiş adam. Geleneksel animasyonda bile karakterin hareket etmediği kareler bazen bir ya da iki kez daha çizilerek üst üste oynatılıyor. Böylece çizginin hala yaşadığını seyirci hissediyor. Bazen pan ya da zoom gibi başka metodlarla da piksellerin yerleri değiştiriliyor.

Bu sorunu sanırım bilinçsiz olarak çok eskiden yaşamışım. Karakterin bir pozda kaldığı bir süre içerisinde ölüyor olması beni çok rahatsız ediyordu ki, bir çözüm de bilmediğimden eski çalışmalarımda bol bol kamerayı hareket ettirdim. Ki korkunç bir çözüm aslında. Karakterin az hareket ettiği yerlerde kamerayı yavaaaşça oynatırsanız piksellerin yeri değişiyordu. Ama benim bile midem bulanıyor şu an izlediğimde. TV de izlediğim ilk türk 3d çizgi film serisinin en büyük sorunu da buydu. Işıklar ve render çok korkunçken bir de fıldır fıldır dönen kamera insanı deli ediyordu. İzlemek işkenceye dönüşüyordu.

Şu an burada animasyonun en büyük problemlerinden biri ile karşı karşıyayım. Hareket etmeyen bir karakterin hayatta kalmasını, ölmemesini sağlamak. Bunu çözmek için çok zamanım yok ama her zamanki gibi elimden geleni yapacağım. Bu tür sahnelerin hemen ölmesi yüzünden bu sahneler filmlerde en tecrübeli ve iyi animatörlere veriliyor. Örneğin Finding Nemo nun final sahnesi (Nemo yerde yarı baygın şekilde babasını sevdiğini söylüyordu, çok durgun ve duygusal bir sahne) Pixar'ın en başarılı animatörlerinden biri olan Bobby Beck tarafından canlandırılmıştı. Bol aksiyon içeren sahneler de çömez animatörlere verilmekte. Çünkü çok hareket eden bir karakterin ölü görünme şansı daha az.

Neyse önümdeki sıkıcı ve zor 100 kareye başlamamak için bahane olarak kullandığım yazımın sonuna gelirken, bana başarılar diliyorum. hehe.

Wednesday, November 23, 2005

Işın hüzmeleri üzerine evrensel söylemler

Bu, yıldızların aynı konuma gelmesi gibi birşey. Yatak, jaluzilerin orta noktası, dışarıdaki güvenlik ışığı, masa ve herşey öyle bir ilahi açı dizilimi içerisinde yeralıyor ki... Anlatamam. Tek bildiğim jaluziyi sonuna kadar kapattığınızda tam orta noktasında küçücük bir açıklık kaldığı, güvenlik ışığının tam o orta noktadan geçerek ve sağ gözüme ulaşarak geceleri bütün bu sisteme, yurda ve dünyaya ana avrat sövdürecek bir şekilde beni deli ettiğidir. Yatağı çevirmek, kafayı diğer tarafa koymak gibi basit çözümleri kabul etmemekteyim. Eğer o şey gözüme geliyorsa bir sebebi vardır. Belki de bu, beraber uyumam gereken şeytandır. Belki bu ebedi adalet ya da şanstır, belki de tanrının ta kendisi... Bu manyaklığa kendi yöntemlerimce cevap vereceğim ve geceleri ışığa şiddetle bakaraktan onun pes etmesini bekleyeceğim. Taa ki bakışlarım ışığı çatlatarak bozana dek. Yılmayacağım.

Saturday, November 19, 2005

Oglan cocuklarinin dugme meraki


Yazilimlarda (ozellikle grafikle ilgili olanlarda) dugmeler cokca kullaniliyor. Yukarida bir paket programdan bazi dugmeleri gormekteyiz. Dugme aslinda herseyin temeli gibi. Bilgisayarda yaptigimiz her islemde bircok kucuk dugmenin calistigini hissedebiliyoruz.

Neyse sorun su: Oglan cocuklari icin dugme denen sey gercekten bir tur manyaklik. Dugmelere basmaya bayiliyorlar. Dugmeye basmak icin yasiyorlar. Dugmelere bastiklari surece mutlular. Ama dugmenin ne ise yaradigi onlari cok da ilgilendirmiyor.

Yazilimlar gelistikce artik insanlar kendi dugmelerini uretme sansi buldular. Bu oglan cocuklarinin sapikligini daha da arttirdi. Artik kendi dugmelerini yapabiliyor, onlara basiyor, hatta baskalarinin onlara basisini izleyebiliyorlar. Komik bir sekilde isleri sadece dugmeler uretmek olan adamlar turedi. Bu adamlar buyuk paralar kazaniyor "Teknik Yonetmen" adi altinda.

Isin ne boyutlara vardigini dun bir seminerde farkettim. Semineri veren adam bir tur degisik sistemden bahsediyordu, uc boyutlu animasyonda kemiklerin hareket etmesi sirasinda kaslarin deformasyonunun modele yansimasi konusunda. Bir sure sonra anladim ki adam dugme manyagi. 15 dakka icinde 45 tane dugme yaratti. Sapikligi o kadar ilerlemisti ki yarattigi bazi dugmeleri inceleyince bunlarin gorevlerinin diger dugmelerden birkacina ayni anda basmak oldugunu farkedebiliyordunuz.

Adami sarsmak istedim. Birkac tokat aksedip "Kendine gel" demek istedim. "Bu ne ise yariyacak hayatta, niye yapiyorsun bunu" demek istedim. Pencereler aciliyor, yeni dugmeler ortaya cikiyor, pencereler kapaniyor, yeni sekiller olusuyor, devamli bir devinim var... Ama ortaya hicbirsey cikmiyor. Hicbirsey... Sadece yeni dugmeler. Onlar da eskilerine basiyor zaten.

Insanlara birseyler anlatmak dunyanin en zor seylerinden biri. Bu araclara ihtiyacimiz var. Biliyorum. Ama TD (Technical Director) denen adamlarin bir yerden sonra gereksiz isler yaptiklarina inaniyorum. Bu adamlar ne icin calistiklarini unutup dugmelerin buyusune kapiliyorlar. Kendilerini kaybedip aslinda hicbir ise yaramayan araclar uretmeye basliyorlar. Isin ilginc tarafi bu isten birsuru para kazaniyorlar.
Ilginc...

Friday, November 18, 2005

Akustik Kis

Kar geldi.

Hocalardan birine parmaklarim gitarsizliktan yumusaklastigi icin cok uzuldugumu soylemistim. Iyi adam. Bir akustik gitar getirdi. Al bu sene cal diyerekten, kendisi calmiyormus.

Disarida tipi, odamda ben, sallama cayim, kucagimda gitar, ayaklarim masanin uzerinde. Kendimi biraz Tom Waits gibi hissettim biraz da Cowboy Bebop gibi... Tom Waits cunku sert, gercek ve acikli, biraz yalniz, Cowboy Bebop cunku cyborglarin arasina blues ve jazz serpilmis, duygular dugmelere bulasmis, yapismis...

Cam bardagi gitar tellerine bastirarak slide bar sesi alabilirsiniz ya. Nerden kalmis bilmiyorum. Kar ve slide barli-Nashwille akustik sesi sanki beynimde bagdasmislar. Isik cok guzel. Hafif karanlik, los, ama soguk degil... yani duygusal olarak... Burayi yavas, sakin ve icten blues tamamlar dedim. Oda arkadasim ve sevgilisinin sevisme sesleri arasinda birkac riff... Insan bir sure sonra alisiyor. Bardagi bazen tam denk getiremiyorum tellere. Ama ogrenirim. Nasil olsa uzun sure buradayim.

Kendimi biraz Tom Waits gibi hissettim, biraz da Cowboy Bebop gibi...

Wednesday, November 16, 2005

Gercek isiriyor


Gercekcilik celiskimi ilk defa ODTU de kesfettim. 3D Max i bilirsiniz. Tipik bir oglan cocugu gecmisim vardir: dugmelere basmaya bayilirim. 3D max te birsuru dugme vardi kucuk kucuk. Bastim bastim, ogrendim biraz. Her adimda daha bir hayret ve merak icerisinde devam ederekten akan sular, yok patlayan catlayan toplar, yok tahta dokusu vs... uretmeye calistim. Taa ki Tugyan hocamin ileri temel tasarim dersini alana kadar. Orada gormus gecirmis ogrenci bir abim sormustu: niye gercekci seyler yapmaya calisiyosun diye. "e iyi degil mi oyle?" gibi aptalca bir karsilik verdim. Ulan gercekten de hic dusunmemisim ben bunu. Niye yapiyorum ki? "Ben dugmelere basmayi seviyordum" falan da diyemedim.
Orada dank etti bana. Sonra bir iki gun dusundum ve su sonuclara ulastim. Doga denen sey estetik. Kafadan. Insan anatomisini inceledikce her kasin nereyi cektigine bakiyorum, kaldiraclara, ya da kemiklerle yapilan atraksiyonlara, bu atraksiyonlarin deri yuzeyinde olusturdugu hacimlere, bu hacimlerin hareketle degisimlerine... Hepsi o kadar guzel ki. Ayni sekilde agaclarin yapraklari, yagmurun damlalari cok guzel seyler. Bilgisayar o kadar ilerledi ki bunlarin buyukcene bir kismini artik bilgisayar icerisinde yeniden uretebiliyoruz. Ama neden uretelim ki? Disarida dokundugumuz yaprak ya da omuzu yukari kaldiran kurek kemigi zaten orada. Ona bakabilir, dokunabiliriz. Koklayabiliriz, guzelligini deneyimleyebiliriz. Aynisinin basarisiz bir kopyasini (bazi antik adamlara gore mimesis) neden uretelim. Manyak miyiz?
Gorsel Efekt sinifinin cocuklarini sorguya cektim bu isi neden yapiyorsunuz diyerekten. Hepsi is bulucaz zengin olacaz ayagindaydi. Ama neden yapiyorsunuz doganin gereksiz ve cirkin kopyasini? para kazanmanin baska yollari var dedim. hik mik ettiler gulduler. bilmiyorlar cunku.
Uzun zamandir Turk 3D camiasini ve hareketli resimler gorsel efektleriyle ugrasanlari takip ediyorum. www.3dnebandim.com adresine girip galeri kismini acarsaniz gayet gercekci mekanlar goreceksiniz. yok camdan sizan isigin yerden yansiyarak koltuk tarafindan olusturdugu golgeler, yok kirmizi renkli kazagin duvarda olusturdugu kucuk kirmizilik vs... Butun bunlar bilgisayar tarafinda saatlerce hesaplanan milyonlarca parametrenin bir pikselin hangi renk olacagina karar vermesinin sonucu. Ama neden? Neden benim yukarida ilistirdigim storyboard umun mekani bana yeterli geliyor? Hersey bittiginde benim anlatmak istedigim seyi o anlatacak. Bu isi neden yapiyorlar? Hollywood neden giderek daha da aptallasiyor? Insanlar neden Hollywoodu izlemeye devam ediyorlar? Neden bilgisayarda uretilmis gercekci arslana "vaaaaaauuuuuv" diyen insanlar Sean Penn in kusursuz oyunculugundan tirsiyorlar. Buradaki adamlarin cogu Thin Red Line'i izlememis. Ama Naardia diye neredeyse tamamen Cg bir film cikmayagorsun. Hemen tum trailler indiriliyor, butun making off lar kare kare izleniyor. Ulan gidin 21 grami izleyin, Leonu izleyin, oyku gorun, bisey yapin.
Neyse bana ne!!

Saturday, November 12, 2005

Kucuk Tavuk - 3D

Disneyin son filmi Chicken Little bircok tartismaya sebep oldu. Animatorler cok buyuk hayal kirikligi olacagini dusunuyorlardi. Pixar Disneyle olan anlasmasini bozduktan sonra Disney 3D feature film pazarindaki yerini korumak icin yeni bir studyo acti. Pixarla kiyaslandiginda inanilmaz dusuk teknik imkanlarla calisan animatorler yine de sonunda filmi bitirmeyi basardi.
CgChar camiasindan Rick May "kardeslerimizi destekleyelim, filme ilk hafta gidelim" diyerekten yeni bir tartismayi baslatti. (Film acilis haftasinda 25 milyon dolar hasilat yapmazsa finansal olarak basarisiz sayilacakti). Millet film kotuyse niye gidelim ki diyerekten ortami gerdi. En sonunda filmde calisan ust duzey birisi anonim olarak filmin cok boktan oldugunu yazdi. Keith Lango filmi sevdigini soyledi vs...
Persembe gunu cocuklarin deyimiyle "cool 3D google" larla chicken little i izleme serefine nail oldum. Brad Bird mayis 2005 te bir panelde demisti ki "Incredibles tan sonra ortalik birsuru kotu cg filmle dolup tasacak". Kismen hakliydi. Disney kendi imkanlarina gore super bir film cikarsa da bilgisayarin soguk dunyasinda Pixar'in sicakligini yakalayamamis. Yine de geleneksel animasyondan gelen adamlarin cg animasyonu denemesini izlemek hos oluyor. Parcalara ayrilinca eglenceli bir film olabilir ama butune bakarsak gercekten biraz basarisiz olmus. Disney sonunda hakettigi yere dogru emin adimlarla ilerlemeye basladi. Umarim cokusune tanik olacak kadar yasayabilirim.

Friday, November 11, 2005

Ruya


Ruyalari bazen cizmek lazim. Unutur insan. Ruyadaki duygusal degisimlerimizi kaydedebilsek keske. Tum isteklerimizin, umutlarimizin, soylemeye ve yapmaya firsat bulamadigimiz herseyin kendiliginden olabildigi yer orasi. Ustelik uyudugumuz surece gercek gibi oluyor. Nasil oluyorsa artik.
Dunyada birkac duzine insaniz biz. Bazen kalplerimiz E.T. ve cocugunkiler gibi ayni anda atabiliyor. Beyin dalgalarimiz belki de birbirine paralel oluyor. Baska dunyalarda, baska vucutlarda yasiyoruz ama ayni yere akiyoruz sanki. Bircok seyden daha onemli ve guzeliz. Bircok sey bizden buyuk ve guclu. Yine de tum engellerin arasindan gecerek akmayi basaran birseyler var.
Bu ne lan, nasi yazmisim, simdi okudum da bir daha. Belki de olgun arkadasim haklidir. Buyudukce daha duyarli ve duygusallasiyoruzdur. "23 yasimdayken hicbirsey bana zarar veremezdi" diyordu o, simdi otuzlu yaslarinda ne kadar duygusal oldugundan, bazi seylere asiri duygusal tepkiler verdiginden bahsediyor. Belki ben de onun gibi buyuyorumdur. Eski odun kimligimi geri istiyorum. Uhuuuuu.

Tuesday, November 08, 2005

Maple Leaf


Sonunda neden bu memleketin bayraginda akcaagac yapragi oldugunu anladim. Basindan beri supheleniyordum. Ama bi turlu baglantiyi kuramamistim. Her yer yaprak olana kadar. Ondan sonra yahu bu kadar da yaprak olmaz ki kardesim demeye basladim. Her yer sari, kirmizi yaprak oldu, yerler gokler ormanlar duvarlar insanlar...
Bir aksamustu yorucu zorunlu bir geziden donerken kafama dank etti. "Ulan ondan bayragin ustunde yaprak resmi var" dedim.Burasi okulun yakinindaki bi arkadasimin evine giderken gectigimiz kucuk koru. Fotograf makinem olmadigi icin onu ikna etmek zorunda kaldim. Sonra cekti birkac tane foto. Ulan var ya fotograf makinem olcak dedim icimden. Neyse o da olur bigun.

Monday, November 07, 2005

Adalet

Kimse adil olacagini soylemedi. Biliyorum. Hatta tersi her zaman dogruydu. Haketmeyenler birsuru yere geldi ama hakedenler ezildi bazen. Hakki yendi. Her zaman inandigim ve en buyuk haksizliklarda dahi daha buyuk bir caba ve ozveri ile devam etmemi saglayan bir fikrim var. Adalet tek yonlu olarak ele alindiginda varolmayabilir. Ama tum hayatsal parametreleri biraraya getirdigimizde bence bir tur adalete ulasacagiz. Diyelim ki bir sorunla karsilastiniz ve digerleri karsilasmadi. Bu adil degil. Diyelim ki sorunu cozemediniz ama digerleri cozdu. Tamam adil degil. Bitti. Bunu unutmaniz gerekiyor. Cunku adil degil zaten. Ama cok alakasiz birsey de iyi gidiyor olabilir o sirada. Ya da hersey cok kotu gidiyordur. Adil degil di mi? Sonra duzelir. Adil mi? Yine degil. Peki ne zaman adil?
Bence en sonunda adil olucak tum yasadiklarimiz. Yani en zengini ve en fakiri, cirkini ve guzeli, cok aci yasamisi ya da hep mutlu olmusu... hepimiz esit olucez. Nasil mi? Her zaman soyledigim gibi hayatta hissettigimiz duygusal degisiklik kadar yasiyoruz. Zengin bir insan icin, fakir bir insan icin ya da herkes icin bu sabit birsey. Zengin bir insan yeni bir araba aldiginda x kadar mutlu oluyorsa fakir bir insan cin yemegi yedigi zaman da x kadar mutlu oluyor. Ayni miktar. Mesela sansli birisi buyuk bir paraya kondu, cok sevindi. Sanssiz birisi cok calisti ve hakettiginin azicik bir kismini aldi. Ikisi de ayni miktarda sevinecekler.
Aslinda bugun cok korkunc birsey oldu. Hakkimi yediler. Yaptigim is digerlerininkinden gercekten daha iyiydi. Herkes ayni seyi soyluyordu. Ama hoca bana killik yaparaktan dusuk bir not verdi. Sebebi nedir bilemiyorum. Ama kesinlikle hakkim yendi. Bunun gelecekteki daha onemli isleri etkilemesinden korkuyorum. Nasil olacak bilmiyorum ama bu durumu duzeltmek isterdim. Neyse umarim yoluna girer. Mark Simon denen assagilik herif adam kayiriyor. Buradan belirtmek istiyorum. Ben yine de elimden geleni yapacagim. Her zaman oldugu gibi.

Friday, November 04, 2005

Et

Et yemeyi cok severiz ya hani. Ilk defa bu kadar buyuk et yedim. Barbeku yapicaz dediler. Kendinize ne aliyorsaniz bana da ondan alin dedim. Arabaya bindigimizde kucagimda kocaman bir "et" vardi. Megersem buralarin eti meshurmus. Bu kadar buyuk bir kutlenin nasi pisecegini tasavvur etmeye calisirken barbekunun yanina geldik. Herseyi onlara biraktim. Garip seyler ogrendim. Mesela iyi bir barbekude eti sadece bir kere cevirmek gerekiyormus. Bir de "quarter turn" dedikleri birsey var. Et bir sure pistikten sonra ayni eksende kalacak sekilde 45 derece aciyla ceviriyorlar. Sanirim isiyi baska acilardan alabilmek icin. Ama bunu sadece et pistikten sonra ustunde birbirine paralel barbeku cizgileri gormeyi onemsemeyenler icin oneriyorlar. Bu durumda butun cizgilerin paralel olmasi gerektigini dusunen psikopatlardan haberdar oluyorum. Iki "quarter turn" ve bir de ters cevirmeden sonra etin pisti dediler. Simdi son rotuslari yapiyorlardi. Bicakla kucuk delikler actilar. Acilan deliklerden sular akti. Bunu sonlara dogru yapiyorlar. Herkes devamli ne kadar guzel bir ogun olacagindan bahsediyordu. Iste su kadar pismis olmasi gerekiyor yok ortasinda kirmizi bir katman olmasi lazimmis falan. Herneyse.
Ekmegimin icine gomdum eti. Sigmadi ama. Ilk isirigimda gercekten et yedigimi anladim. Biz vahsi hayvanlardik. Caglar boyu suregelen bir icguduyu yasiyorduk. Dislerimi gecirdigim hayvan neydi bilmiyorum bile (buyukbas olsa gerek). Ama onu yedik orada. Onu kopekler gibi ya da arslanlar gibi yedik. (Yazarken agzim sulaniyor bu arada)
Herseyin kimyasallastigi dunyada dogal birsey bu aslinda. Ama yine de insan olarak hayvanliktan oyle koparmisim ki kendimi, uzuldum ben hayvani yedigimize. Yedigim tum hayvanlar icin biraz uzuluyorum. Ama vejeteryan Hintli arkadaslarimin yolundan gidecek kadar da guclu degilim. Guzel be tadi. Diger hayvanlarda cok farkinda olmuyordum hayvanlari yedigimizin. Bu deneyimde dislerimi gecirirken bu seyin dunyada bir sure yasadigi hep aklimdaydi. Tabi hayatta da vejeteryan falan olmam.

Sunday, October 30, 2005

Tum irkciligina ragmen Disney

Walt Disney'i sadece animasyon endustrisi degil, neredeyse dunyanin tumu uzun sure cok sevmis. Kusaklar, annelerimiz, babalarimiz ve biz onunla buyuduk neredeyse. Disney'in gercek yuzunu anlatan kitabi okudugumda ogrendiklerime cok da sasirmadim aslinda. Bu kadar buyuk bir kurum haline gelebilmek icin bazi insansi yaklasimlardan odun vermis olmasi cok dogal Disney'in. Sonucta endustri ve duygular bence iki zit kutup. Walt Disney'in bir duygular endustrisi olusturmasiyla bazi degismez seylerin farkina variyor insan. Ornegin her kurumun en buyuk hayali olan tekellesmeyi basarmak icin Disney'in uyguladigi yontemleri Miki'nin ya da Gufi'nin yapabilecegi aklimizin ucundan bile gecmez. Mesela Gufi rakip sirketler yeni bir film cikaracaklari zaman butun reklam kaynaklarini satin alarak pazarlama saldirisinda bulunmayi dusunemeyecek kadar aptaldir. Ama her durumdan kurtulur, bilirsiniz. Miki ise oyle iyi kalpli bir karakter ki, insanlari kadin olduklari icin dislayabilecegi aklimizin ucundan bile gecmez.
Butun bunlara ragmen az once bir kez daha izledigim Fantasia 2000 de ve ozellikle Snowwhite ve diger tum Disney cizgi filmlerinde (ozellikle 1948 ve 60 arasinda yayinlanan yaklasik 10 15 tane goofy filmlerinde) gercekten cizginin gucunun doruk noktalarini goruyorum. Yasayan, insansi ve benim hayat boyu yaratmayi dusledigim duygusal degisikligi basariyla yakalayan calismalar bunlar. Bazen kahkahalarla gulebiliyorum 1950 de yayinlanan goofy'e. O kadar canli ki... Butun fasistlikliklerini endustrilesmeye yuklemek istiyorum. Disney'i sadece cok guclu bir sanatci olarak gormek istiyorum. Ama kendisinin ayni zamanda cok basarili bir isadami oldugunu okumak beni caydiriyor. Miki , filmlerinden cok dandik beslenme cantalari ve sapkalarindan para kazandi neredeyse. Yine de hala bi tarafim diyor ki Disney mikili pijamalardan kazandigi parayi tekrar cizginin gucunu kanitlamaya gomdu ve sanat endustrisinin gelisimini hizlandirdi, ona haksizlik etmemek lazim. Yani kafam karisik bu konuda.
Neyse eski gufileri izleyelim. Gercekten komikler.

Saturday, October 29, 2005

iki render testi arasinda gecen zaman

Studyoda kalan son iki kisiyiz. Herkez uyumaya gitti. Agzimda garip bir tad var. Ton baligi yuzunden olsa gerek. Bazen yemekleri yerken yemek haline gelmeden once neler yasadiklarini merak ediyorum. Mesela ton baliginin lezzetli etleri agzimda parcalanip mideme ulasmadan cok onceleri baska amaclara hizmet ediyordu. Yasayan bir baligi buz gibi sularda hareket ettiriyordu etler. Buyuk canavar baliklardan kacmasini sagliyordu belki. Acaba bu balik ne kadar derinlere indi, neler gordu, neler yedi... Belki de dunyanin en guzel denizlerinden, en guzel bogazlarindan gecmistir. Belki de aptal bir balik ciftligindeydi hep. Ama tum dunyayi gezdigini saniyordu. Yine de eger oyle saniyorduysa tum dunyayi gezmistir fikrimce. Butun yasadiklarindan sonra bir gun bir ag ya da olta onu yasadigi ruyadan cikarip benim mideme iletti. Keske etlerini yedigim zaman baligin hayat bilgisine de erismis olsam.
Bir kisi daha geldi studyoya, Cinli mimar cocuk. Cok kocaman birisi. Iki tane benden birlessek onunki kadar et ve kemik ederiz. Jeepers Creepers diye bir film vardi. Eskisehirde gitmistim tek basima. Bir gece 9 matinesine. Aptal bir sinema salonunda oynuyordu ama sehrin icindeydi. Adini hatirlamiyorum, ama buz gibi sogukta is kokulu havayi cigerlerime cekerekten sinemaya segirttigimi hatirliyorum. Allahin belasi tesrifatcilar zorla bahsis aliyorlardi. Herneyse film cok etkileyiciydi bence. 3. sinif korku filmi olsa da. Yedigin birseyin sende cikmasi ne kadar ilginc olurdu. Ornegin tavuk kanadi yedigimde kanatlarim ciksa. Ya da bir sekilde keciboynuzu yesem ve boynuzum olsa. Boynuzum olmasini isterdim bak. Arasira saga sola tos atardim. Ya da denize gitmeden once balik yuzgeci yesem mesela kaburgalarimin yanlarindan yuzgecler ciksa. Hic ellerimi cirpmadan yuzebilirdim.

Friday, October 28, 2005

Bir yerlere bir seyler yazmak

Blog denen seyin ne oldugunu bilmiyordum ben. Halbuki tarihi kaydetmek ilgi alanlarim arasina giriyor. Fotograf cekmek ya da birilerini videoya kaydetmek isterdim. Eskiden kaydedilmis videolari izlemek insanda gercekten duygusal degisiklik yaratabiliyor. Bunu buyuklerimde ve kendimde test ettikten sonra video kameram olmadigi icin ve yazi yazmak cok ucuz oldugu icin bir blog da benden diyerekten bu aleme girdim. Blogun bir garip tarafi tum insanlara acik olmasi. Dolayisiyla yazdiginiz seyi basiyorsunuz (zaten orada kocaman "publish" diye bir dugme bulunmakta). Ve aninda yayimliyorsunuz. Halbuki siz kimsiniz ki. Birseyler yayinlamak icin bir fikire ya da bir tur yazim yetisine sahip olmak gerek. Bende bu ikisi yok. Eminim butun bu sayfalar icerisindeki insanlarin cogunda da bu yetenekler mevcut degil. Iste bu yuzden bir blog baslatmamin benim icin cok sakincasi yok. Bu kisisel bir masturbasyon mu, yoksa tarihi bir yerlere kaydetmek mi? Benim blogumun amaci tarih olacak. Cohen'in "Famous Blue Raincoat" sarkisinda rakibine dedigi gibi "Hope you're keepin some kind of record". Bu bir cesit kayit iste. Yayimlanmasi benim icin cok da onemli degil. Birilerinin okumasi da. Sonucta ben ara ara yazacagim ve de okuyacagim. Bir takim tellerde ve ciplerde varolan bu satirlari buyuyunce gorup gulerim belki. Bu arada da milyonlarca garip insanin kendilerini onemli gormelerine sebep olan kucuk yazilar denizinde kaybolurum ve siradanlasirim. Heyooo.