Tuesday, December 25, 2007

ozdener nebioglu

Antalya basari dershanesinin unlu fizik ogretmenidir kendisi. Yari teatral yari manyak bir tarzi vardi. Hafif tedirginlik ama belirgin bir keyifle izlenir dersleri. Sorunu hicbir zaman ogrencilerle degildir genelde, sorunu zekayladir. Zekayi gorur, sever, kendisi de cok zeki bir adamdir, cakmak cakmak parlar gozleri. Hafif hiperaktif oldugundan da olabilir bu gerci.

Herneyse OSS'nin acimasizligini anlattigi ilk ders performansini izleme sansim oldu yillar once. Orada en cok sevdigi arkadasi Durmus ile yillarca ayni okullara gitmesi, ayni dersleri almasi, ayni seyleri yapmasindan ve sonra sinav zamani geldiginde cok istedigi ziraat muhendisligini Durmus'un kazanmasini ve tam onun altina "caaart" diye bir cizgi cektiklerini, kendisinin ziraat muhendisligine giremedigini anlatti. Bu cizginin ne kadar acimasiz oldugunu soyledi. Hayatinin bu cizgiden ve bu cizgiye dogru sekillendigi cok belliydi. Cizginin obur tarafinda kalmisti.

Bizi universiteye hazirlik sirasinda soktuklari yaris ati konumunu hep yadirgadim ama ona itiraz etmedim hicbir zaman. Calistim cabaladim. Cizginin ust tarafinda olmak icin herseyi yaptim. Ozellikle cocukken. O zamanlar. Buyudukce cizginin hafif silinmesi gerektigini dusunurdum. Ya da artik cizgiler olmayacagini.

Bir hafta once bu cizgiyi tum benligimle hissettim birkez daha. "Caart" diye sevdigim arkadaslarimla, sevdigim isle ve sevgilimle arama bir cizgi cekildi. Binbir sebebi var. Ama hicbiri onemli degil, onemli olan hala yaris atlari gibi oldugumuz. Universite sinavindan bu yana 9 yil gecti. Ama ben hala bir yaris atiyim. Yine cizgilerle doluydu hayat. Sinirlar, sinavlar, izinler, imzalar... Cizginin obur tarafinda olmak icin yapilmasi gerekenler var. Artik sadece calismak degil bu seyler. Bazen dogru yerde dogru zamanda olmak, dogru seyleri soylemek, birsuru garip garip seye de bagli. Bunu hep biliyordum. Rekabet cok ilginc birsey. Bazen en iyi arkadaslarin senin yuzunden, bazen de sen en sevdigin arkadaslarin yuzunden cizginin obur tarafinda kaliyorsun. Neden diye sormak bile istemiyorum. Cunku hala yaris ati gibi yasiyoruz. Cizginin obur tarafina gecmeye calisiyoruz hala. Baska biseyler olmali. Ama ne?

Monday, December 17, 2007

ya bi dur ya

15 ay sonunda az da olsa zaman yaratabildim. internet ve bilgisayar ve zamani kesistirebildigim bir noktada yazi yazabilirim, resim koyabilirim heyayahaaa...........

Wednesday, November 28, 2007

Kiwi

Projenin sonuna dogru takimin yarisini kovdular. Icinde benim de bulundugum diger yarisini da bir odaya toplayip "aranizdan en iyi 4 kisiyi secip super projelerimize kaydiricaz" dediler. Herkesi tek tek cagirip degerlendirme yapacaklarini soylediler. Herkese bir tarih verildi.

Degerlendirilme zamani once olanlarin o projelere ilk cagirilicaklar olduklarini hemencecik anlayiverdim. Bu durumda benden once cagrilan Garbi'yi sabote etmeye karar verdim. Kendisi uzun suredir bu endustride calismakta olan bir Fransizdir. Garbiye 10 kiwi yedirtmek en iyi cozumdu. Boylece Garbi gorusme sirasinda circir olacak, patronlarin onunde gaz cikarmak ve tuvalete kacmak suretiyle is teklifini kaciracakti. Sinsi planimi gerceklestirmek icin Marks&Spencer a gittim. Ama maalesef bozuk param sadece 4 kiwiye yetti. Ise gelip kiwileri soydum.

Garbi cok sevindi. Beraber yemeye basladik. Kiwiyi de cok seviyormus. Daha birinciyi bitirmisti ki ben de bir taneyi mideye indirdigimi farkettim. Daha cok yemesi icin israr etsem de Garbi circir olucak kadar yemedi. Naapcaz bilmiyorum...

Monday, November 26, 2007

Why do we have that fuckin cage?

Bugun ev ararken gittigimiz yerlerden biri aklima geldi.

Bu ev aslinda en belali yerlerden biri olan Hackney'in basinda, Liverpool streetten o tarafa yururken. Ev aslinda bir tur atolyeden turetilme. Camlar boyanmis, iki uc kapi eklenmis ve eve donusturulmus. Kiralar tabii ki cok ucuz diger yerlere oranla. Yanliz apartmanin ana kapisi yok. Onun yerine koridorun basinda ve sonunda celik bir kafes var. Kapiyi calinca gayet sicak kanli israilli bi eleman kafesi acti. iceri girdik. odaya ve cevresine baktik. adamla konustuk. aslinda guzel gorunuyordu, ama oda sevdigim kizin calismasina elverisli degildi - cok kucuktu.

herneyse, elemanla konusurken "lock stock and two smoking barrels" gozlerimin onunden gecip duruyordu. aslinda tarihi soruyu sormak icin sabirsizlaniyordum. adamla konusup biraz kaynastiktan sonra :

- why do we have the (fuckin) cage ?
- ... Uh... Security?...

Sonra filmi biraz acikladim.

Israilli adam bu atolyelerin guvenlik gorevlisi oldugunu soyledi. Bu, evin ortasinda salonun yarisini kaplayan boks torbasini acikliyordu fekat kendisi hafif guduk olan bu adamin hirsizlari nasil durdurdugunu bilemiyorum. Herneyse orayi tutmadik zaten.

Wednesday, November 21, 2007

Italyanlar

Koskocaman bir evde 4 italyan ve bir de fransizla kaliyoruz. bu insanlarin hepsi restoran sektorunde calisiyor bir sekilde. biri su$ef, oburu garson, bir digeri manager gibi bisey. bir de bir cift var bizim gibi. pek bizim gibi degiller gerci. bunlar liseyi bitirmis italyada, sen kalk londraya gel. daha 19 yasindalar. ikisi de cok guzeller ve sevimliler. oglan artiz olmak istiyomus. jeff buckley'i cok seviyormus. sarkici olcakmis, assolist olcakmis. kizin daha akli basinda. o okumak istiyormus, moda falan. ikisi de restoranlarda garson olarak calisiyor. Oglanin ailesinin plaji varmis italyada. ingilizce ogrenip unlu olunca geri donebilirmis.

bizim odamiza gelip sevdigi sarkilari bir bir dinletti oglan. en cok grace'i seviyormus jeff buckleyden. ben ise gecenin ikisinde kafamin derinliklerinden Mr. Jones u dinlemeye basladim. chopin'den jimi hendrix e kadar unlu olmus insanlarin neredeyse hepsi assolist olucaz biz diye evlerini terketmisler zamaninda. cok kucuk bir kismi hayallerini gerceklestirebilse de aslinda buyuk bir kismi yolda eleniyor ya da kendiliginden vazgeciyor olmali.

Yasadigimiz yerde bir tur gecicilik havasi hakim bu yuzden. Aslinda kimsenin gercek meslegi bu degil, asil ulasacaklari yer cooook cok ilerde, birsure burada dayanmalari lazim, cok yakinda zengin/unlu olacaklar. Kimi kendi restoranini acicak, kimi assolist olucak... Arap mahallesinde yasadiklari bu evi, tabaklari tasidiklari restorani, pazardaki balikciyi ve bugunleri bir gun tatli-buruk bir ani olarak hatilayacaklar. Belki bizi de. Biri tez yazan digeri hergun ise giden cifti de oyle anilarinin bir kenarina sikistiracaklar.

Ben ise kendimi yasli hissediyorum. Biliyorum ki bir cogu yolun yarisinda pes edip koylerine geri donucekler. Bir kismi hayalleri modifiye edip basit hayatlar yasayacak. Yine de en guzel zamanlarin bu zamanlar oldugunu dusunecekler ilerde. Belki birgun hayal etmekten vazgecicekler. Maalesef o zaman olmus olucaklar. Ya da ne kadar sacma sapan olursa olsun hayal etmeye devam edecekler bizim gibi.

Friday, November 16, 2007

Gelecek endisesi

Bir gece Lithaenle yolda yuruyorduk. Ikimiz de hayatin cok garip bir donemindeydik. Ben yururken durup demistim ki "Abi, biseyler ters... bi terslik var...". O da bana donup "biliyorum" demisti. Onda da uzun sure once basladigini ve artik o terslik hissiyle yasamaya alistigini soylemisti.

Biliyorum herkes ayni seyleri assagi yukari yasiyor. Hepimiz basimiza gelen seyleri yasiyoruz ne kadar endiselensek de. Yine de kardesim, su universite bittiginden beri nedir bu cektigimiz. Askerlik bir yandan, isler bir yandan, okullar bir yandan... Insanin hayati kacmaktan ibaret hale geliyor. Kacabiliyoruz ama saklanamiyoruz. Ulastigimiz yerlerde az zamanimiz oluyor. O zaman icinde dunyayi ele gecirmeye calisiyorum. Ama zaman cok az. Yine kacmam gerekiyor. Bu sefer baska seyler var kovalayan. Dunyayi ele gecirmek gercekten cok zor. Gittigim her yerde kucuk kalemi kurmak bile en az 2 ay suruyor. Bilgisayariydi, internetiydi, amfisiydi... hepsini toplayana kadar zaten yeniden kacma zamani gelmis oluyor. Bir ara durup daha kapsamli bir plan yapmaliyim. Boyle zor olacak.

Wednesday, November 07, 2007

Dizaynin osurdugu yer


Yahu new's dan :

BOSTON - The Massachusetts Institute of Technology is suing renowned architect Frank Gehry, alleging serious design flaws in the Stata Center, a building celebrated for its unconventional walls and radical angles.

The school asserts that the center, completed in spring 2004, has persistent leaks, drainage problems and mold growing on its brick exterior. It says accumulations of snow and ice have fallen dangerously from window boxes and other areas of its roofs, blocking emergency exits and causing damage.

Ben tasarimin gereksiz oldugunu basindan beri soyluyodum.

Philippe Starck'in hapse girdigi gunleri de goruruz insallah...

Wednesday, October 10, 2007

Iyyyyyy

akrep ve yengec.

bu ikisinden ayri korkuyorum. kucuklugumden kalma birsey olsa gerek. denize gitmeyi cok severdim ben kucukken. sanirim bir gun kayalarin oralarda yengec gordum. kiskaclari ve dikenli bacaklariyla cok tirstirici birsey oldugunu anlamis olmaliyim. kucuklugumun ilk kabuslarinda denizde yuzerken dalgayla beraber karaya vurduktan sonra su beni kendine dogru cekiyordu, karaya yurumeye calisiyordum, ama denizin cekilmesine karsi koyamiyordum, deniz beni kendine cekiyordu ve denizde de yengec vardi, beni yiycekti...

ayni ruyayi hayatimin degisik devrelerinde hep gordum.

ama asil kalici hasar ilkokul caglarina yaklasirken evimize yakin bir dere kenarinda yaptigim deneyden sonra oldu. buldugum bakir tas ve cakiyla bir yengec ve bir de kurbaga yakaladim. Bunlarin ikisini tasin icerisine koydum bakalim napiyorlar diye. Bir de yengecin nasil saldirdigini merak ediyordum. Sonra yengec bu kurbagayi bir anda kirpiverdi. Kurbaga oldu. Ben bunu gorup ayaga kalktim. Ayaga kalktigim ani cok iyi hatirliyorum. Kendimi cok pis ve sikintili hissettim. icimde cok fena birseyler vardi. ellerimi kana bulamistim.

Hayvanlari zarara ugrarken ya da can cekisirken gorunce hep o gunku hissi bir daha yasiyorum.

Canavar animasyonu yapmak icin sik sik referanslara bakmamiz gerekiyor. Icimi kiyan ve parcalayan seyleri meslek icabi izlemem, hatta oradaki hareketleri analiz etmem gerekiyor ki canavarlara hayat verebileyim. Canavar akrep oynatmam gerektiginde once heyecanlanmistim. Ama sonra referanslari izlemek gercek bir iskenceye donustu. Cunku youtube denen seyde hicbir denetim ya da seviye olmadigindan buldugum referanslar cok ic parcalayiciydi. Benim ilkokul donemimde yasadigim turden ic sikintisini hayatlari boyunca yasamayacak karakterdeki insanlar akreplerle bilumum hayvancagizi dovusturerek, bunlarin filmini yaparak ve hatta "round 1" gibisinden igrenc esprilerle susleyerek youtube'u isgal etmisler. Can cekisen orumcekler, tavsanlar vs... kan govdeyi goturuyor. Dogal hayatta bu hayvancagizlar akrepten kurtulabilecekken, kafes icine akreple beraber kapatilinca gercekten caresiz kaliyorlar. Hayvanlarin caresizligini izledikce bana daral geliyor. Insanlar bundan nasil zevk alabiliyor anlamiyorum.

Dogal hayatta da vahset var. Ama o bana batmiyor mesela. Aslanlar bissuru geyikten birini avliyorlar. Bazen okuzlerden dayak yiyorlar ama bunlarin hepsi dogal. kacan geyik kaciyor. Ama simdi bir insani arslanla ayni kafese kapatsak ne kadar kacabilir.

Insanlar oluyor, onu da biliyorum. Caresizlik dizboyu, birsuru sorun var...

Naapcaz ki?

(Youtube de denetim istiyorum)

Tuesday, September 25, 2007

Hayat

Bugun birisiyle konusurken farkettim:

20 kasim 2006 da calismaya basladim, arada is degistirdim ve ara vermedim yani bir cuma isten ciktim pazartesi obur ise basladim (bu arada kita degistirdim) ve buradaki kontratim da tesadufen 21 kasim 2007 de bitiyor. Yer yer yogun oldu bu isler yer yer yavasladi ama sonucta ben tam bir yildir hic durmadan calismis olucam bu kasimda (su aralar da izin alabilicek gibi gorunmuyorum). Sadece bir kere izin almistim bir gunlugune, onun disinda ve de genel tatiller disinda hep ise gitmis olucam.

Anafikir : Tatile ihtiyacim var... Yeter ulan!!!

Tuesday, September 11, 2007

World Press Photo '07

Thames kenarindaki luks konser salonlarinin birinin altindaki galeride World Press Photo '07 nun sectikleri sergileniyordu. Belesci insanlar olarak bu sergiyi gormek ve nehir kenari keyfi yapmak uzere adini hatirlamadigim bu sanat merkezine gittik.

World Press Photo guzel birsey aslinda. Dunyada olup biten, hic haberimiz olmayan katliyamlarin, cinayetlerin, hirsizliklarin fotograflarini alip (ki bunlarin cogu Afrika, Orta-dogu ve Latin Amerikadan oluyor), bunlarin estetik olanlarini secerekten sergiliyen bir Non-Profit organizasyon. Unlu gazeteciler, fotografcilar var secilenler arasinda. Ama fikrimce gorsellikle icerigi cok guzel dengelemisler. Bazi fotograflar cok estetik olmasalar da icerikleri cok guclu oldugu icin seciliyorlar. Ama hepsi guzel, bazilari cok guzel.

Evimize donerken bu fotograflarin oradaki etkilerini dusunduk. 10 dakika icinde belki dunyanin en elit tiyatrolarindan birine girmeyi beklerken, elindeki sarap kadehiyle sergiye yaklasan kokona kadinlarin, Filistinde muhbir oldugunu dusunen adamlar tarafindan Kalasnikovlarla taranan cocugun fotografindan ne kadar etkilenebilecegini dusunduk. Pek bulamadik. Cunku biz de aynen oradan evimize gidip zeytinyagli biber dolmasi yaptik ve yedik. Guzel olmamisti. Pirincleri iyi pisiremedim. Yolda sanatin dunyaya faydali hale gelmesinin yollari olup olmadigini, kendi kendimize birseyler yapip yapamayacagimizi dusunduk. World Press Photo bizim gibi oturdugu yerden birseyler yapmisti. Ama yaptigi sey kokonalarin kacta kacinda elle tutulur bir adim atmasina sebep oluyordu. Ustelik biz bile eve gelip dolma yapmistik, hala harekete gecmemistik. Cuvaldiz bize kacmisti. Asil duyarsiz biziz.

Yine de icimde bir yerler birgun hayatta yapabildigim seyleri kullanarak bu insanlara yardim etmek istedigimi soyledi. Icinde bulundugum endustri genellikle dunyanin geri kalaninda yasanan zulumleri ortbas etmek ve insanlari kandirip eglendirmek uzerine kurulu. Kendi kendime "bir yolunu bul ve bir seyler yap" diyerek bu konuyu kapatsam da yapamadigim surece beynimin derinliklerinde karincalar cirit aticak.

(Etibanki satmayin :((()

Tuesday, August 28, 2007

Clementine

Fulis'ten gelen bir davetle "Clementine was the freakiest cartoon of my childhood" isimli gruba dahil oldum.

Ardindan yapimci ve yonetmen Bruno Huchez'le yapilan roportaji okudum.

Roportajdan sonra bu adamin savasini biraz daha kavradim. Peki sevdim mi? Bilemiyorum. 80 lerde, bizler buyurken, Cumartesi gunleri oglen yayinlanirdi. Bu saat, annelerin kahvaltiyi toplayip ev isleriyle ugrasmalari, babalarin gundelik islerini yapmalari ve cocuklarin haftasonunun uzunluguna guvenerek odevlerine baslamadigi icin tek kalan sey olan TV izleme isine zorunlu girdikleri bir nevi cocuklarin prime-time'idir. Dolayisiyla buyuk bir cogunlugumuz aslinda belki yasimiza ve karakter gelisimimize uygun olmayan 2 sezonluk bu diziye maruz kalmisizdir. Ustelik bu donemlerde aileler cocuklarin cizgi film sinirlari icinde ne izledigine cok fazla denetim uygulamiyordu, henuz yeterli toplum duyarliligi olusmamisti. Bence Bruno kismen bunun farkindaydi. Ve bu kucuk boslugu cok da ilkel ve basit bir icgudusunu tatmin etmek icin kullandi: Intikam.

Ama neden?

Nedeni Victor Hugo taa 1800 lu yillarda Notre Dame de Paris isimli kitabinda aciklamisti. Quasimodo, sagir, dilsiz ve sakat oldugu icin tum insanlardan nefret ediyordu. Yabaniydi. Bruno ise saglik sorunlari olan ve kucuklugunde de bu sorunlarin travmasiyla yasamis birisi. Clementine'i tekerlekli sandalyeye hapsetmesinin sebebi de bence budur. Kendi hissettigi yetersizlik ve eksiklik duygulari, doganin ona adaletsiz davranmasi, Bruno'da cok yogun bir duygusal degisiklik yani nefret yaratmisti.

Fikrimce dunyadaki tum ses getiren eserler belli bir toplu duygusal degisikligi yaratabiliyor, cogu zaman da bu duygusal degisikligi cok yogun yasayabilmis insanlar tarafindan yaratiliyorlar.

Bruno evrensel nefretini senaryo ve cizgi film olarak kusarken, maalesef yanlis insanlarla tanisti, anlasti, ve duygularini bir produksiyon haline getirebildi, ustelik buyuk bir etki gucune kavusan bu duygular, o cagin ve toplumun kucuk bosluklarini bularak biz cocuklarin gozlerine ulasti. Bruno basardi. Nefretini biz milyonlarca ilkokul cocugunun bilincaltlarina korku ve tedirginlik olarak gomdu.

Gecenin bu saatinde is yerinde kalip bu yaziyi yazmama sebep olan sey ise bu adamin Turk insanina ayri bi gommesi oldu. Nitekim Medyapim isimli sirket Clementine in yayin haklarini satin almis ve belki de bir animasyon filmine donusturmek uzere kollari sivamis. Kimbilir. Belki bizim jenerasyonun kalbinde unutulmus ve kozlenmis korkulara jet yakiti dokerekten alevlendirme firsatim olur birgun. (Ehehe ben de az serefsiz degilim).

Sunday, August 19, 2007

Adaptasyon

"Ne limuzini be? Kicimiza don alamiyoruz burda" dedim.

Ama coktan numarayi cevirmis, karsi tarafi dinlemeye baslamisti Adele. Patrick de onayladi: "Birak da gidisin muhtesem olsun bari". Adele telefonu eliyle susturup zaten ayni para oldugunu soyledi, ki bu da kafamda donen binbesyuz soru isaretine bir yenisini eklememek icin guzel bir sebep oldu. "Gidisim muhtesem olsun".

Gelisimi hatirladim ben. Adam kamyonetiyle beni kapiya birakmisti, cok gergindir araba kullanirken, kamyonetini cok sever, hatta ondan kizarkadasiymis gibi bahseder. Bir seferinde killik olsun diye, bir alisveris merkezi kenarinda "Park the bitch and let's go" demistim de, sonradan bizim klasik repliklerimizden biri haline gelen "That's it! You're walking home!!!"'u demisti. Evimizin onundeki bisiklet yolunu isgal etmenin verdigi sikintiyla, oflaya puflaya Jaideep'in "dunyanin en kotu yatagi" ni kapinin onune atmama yardim etti. Kivir ziviri da hizla bosalttiktan sonra vedalastik koca Cinli Adamla.

Aradan bir yil ve 3 ay gecti...

Ama simdi bunlari dusunecek zaman yoktu. Unutmamaya calistigim seyleri hatirlamaya calisarak koca cantami sirtima taktim. Gitari bir elime, ve sonradan havaalaninda icindeki seylerin yarisindan cogunu atacagim bavulumu obur elime aldim. Limo'ya dogru yurudum, taksici yardim etti, genis bagaja attik essalari.

Arkami dondum ve cocuklara baktim. Her seferinde bu son bakislarin beni daha da fazla etkiledigini hissettim. Ama o ani uzatmanin da iskence oldugunun farkindaydim. Hemen kosup herkese sarildim, optum. Arabaya bindim ve gozyasi kokan ortami hizla terkettik. Cunku ben bile odunsu yapimi kaybetmek uzereydim.

Bir bucuk yil... Sevdik, agladik, asik olduk, kizdik, kavga ettik, ictik, kustuk... Beraber hayatimizin en sevimli donemlerinden birini gecirdik bu insanlarla. Iyi ki burada tum yaptigim seyleri ic sesleri defterime ayrintilariyla yazmisim diye dusundum.

Guillaume' a gidecegimi soylerken hatirliyorum kendimi. Isimi birakip, evimi terkedip, pili pirti toplayip, sevdigim kizin yanina gidecegim diye anlatirken yuzume bakti ve : "This is a big mistake" dedi. Kendince sebepleri vardi tabii ki, bundan sonra beni Borat'in kuzeni olarak kullanamayacakti. Dogum gununde bir hayli icip, Madison denen yere gittigimizde sarhoslugun verdigi cesaretle tanismak istedigi kizlarin yanina gidip beni Borat'in kuzeni olarak tanitaraktan (Turkum falan diye heralde) muhabbete girmeye calismisti.

Sonucta ben isimi iki hafta icinde biraktim, evimi bir baska cocuga kiraladim, bilgisayari ve amfiyi sattim, butun belgeleri derledim topladim, vizelere basvurdum ve Kuzey Amerika kitasindan ayrildim. Bugune kadar bu blogda yazdigim tum seyler kadar cok sey yazabilirim su an zamanim olsa, insanlari anlatabilirim, huzuru, gittigimiz yerleri, balkonda icmeyi, verandada oturmayi, gunun keyfi, spor, salsa, Adele, Patrick, balkon, Jaideep, balkon ve veranda, Annie, veranda, balkon, bira, verandadan insanlara laf atmak ve yaz aksamlari serin hava ve balkonda yemek... Anlat anlat bitmez. Belki zamanla. Parca parca yaparim.

Sevdigim kizin yanina, Londra'ya tasinmayi basardim. Hersey 3 hafta icinde gerceklesti. Psikolojik ve fiziksel olarak adapte olmasi cok zor birsey gibi gorunse de hersey yolunda. Kavustuk.

Saturday, July 21, 2007

Madame Tutli Putli

Elimdeki birayla bir acele studyodaki kucuk sinema salonuna giriverdim. Gozlerimin karanliga alismasini beklemeden yere comelmis insanlarin arasina comeliverdim. Madam Tutli Putli coktan baslamisti. Yaklasik 30 kadar animator bir solukta izledik yaklasik 10 dakikalik filmi. Stop motion'a karsi oldum olasi zaafim vardir, tabi iyi yapildigi zaman. Yine de burada dikkatimi ceken sey animasyondan cok gozlerdi. Sonunda birileri benim gibi gozlerin canlandirilirken hep eksik kaldigini hissetmis ve bu konuda yeni birseyler denemeye baslamis. Ne olursa olsun, 3D, stop motion ya da cell, hep gozlerde bir eksiklik hissediyorum ben. Bir cift goz ve kasla assagi yukari herseyi anlatabiliriz aslinda, ama ne yaparsak yapalim, gercek bir cift gozun anlattigi kadar cok seyi karelere sigdiramayiz.

Yanimdaki Ken'i durttum, "bunlar gercek goz, kuklanin uzerine comp'da eklemisler" dedim. "Evet, galiba" dedi. Daha once bu filmle ilgili bir makale okumustum, Anecy'de baya ses getiren birkac filmden biri; bir digeri "The wolf and the boy" (o da stop motion, ve bu sefer de gozlerde bir atraksiyon var; animatorler parlakligi yakalamak icin calismadan once bir tur kimyasalla gozleri islatmislar vs...)


Sonra yonetmen ve "gozler" ortaya cikip kisaca nasil yaptiklarini anlattilar. Gozler cok tatli, kisacik sacli Fransiz bir kadin. Gercekten kocaman gozleri var. Yonetmense Montreal'den bir adam. Filmi dort senede bitirdiklerini soylerken gozlerim faltasi gibi acildi. Kanada animasyon camiasini bir suredir takip ediyorum. Ottawa animasyon festivali ve Toronto film festivali gayet buyuk olusumlar. Ottawa neredeyse 30 yildir var. Bu etkinlikleri ve kanadadaki yaratici tum filmleri NFB (National Film Board of Canada) destekliyor. Yani bagimsiz sanatcilara sadece hayal edebildikleri filmleri uretebilsinler diye bedava para veriyor. Ustelik paranin yaninda artistic freedom dedigimiz, biz 3. dunya ulkelerinde yasayan basit ve fakir insanlarin ancak hayalini kurabildigi birsey daha veriyorlar. Bu iki seyi alan adam ise 2 dakikalik filmi 4 yilda yapmayi basariyorlar. Muhtemelen bunlar yine en basarililari. Bu iste bi sacmalik var ama... Bilemiyorum...

Friday, July 20, 2007

Blog Dunyasi

iki yil once bir animasyon dergisinde UGC denen (User Generated Content) herkesin istedigi yerlere yazi yazip ya da resim cizip internette yayinlayabilmesi olayiyla yani kisa bloglarla ilgili bir makale okumustum. O zamanlar boyutlarini hayal edebiliyordum ama yasamaya basladikca cok ilginc yerlere gitti. Artik assagi yukari herkesin bir blogu var. Kalitelisinden kalitesizine, yazarindan, ev hanimina, teenage'inden, yaslisina herkesin ama herkesin blogu var. Bilgisayar verilerinin paylasilirliginin bu kadar artmasi, kolaylasmasi kafamda soru isaretleri olusturmaya basladi.

ornegin insanlarin bloglarindaki linklerden uc dort kez atlayarak suna ve suna ulastim. yazdiklari en son iki yaziyi okudum. bunlarin kardes oldugunu, birinin evlendigini, cocugu oldugunu, gecen gun 28 yasina bastigini, cocugun da basketbol oynamaya basladigi gibi seyleri ogrendim. Ama neden?

Peki bu ne isime yaradi? Bu insanlar neden blog yaziyor? Ben niye yaziyorum? Ben ilk basladigimda bunun evinden uzaklara giden ben icin bir tur psikolojik terapi olmasini ve ayrica gecmisimi belgelemek ("hope you're keeping some kind of record" - Leonard Cohen - Famous Blue Raincoat) ve gerektiginde o zamanlar yasadigim duygusal degisiklikleri hatirlayabilmek icin kullanacagim bir arac olmasini planlamistim (yil 2005). Arac gayet verimli bir sekilde calisiyor. Cunku 2005 teki yazimi okuyabiliyorum ve herseyi hatirliyorum.

Ama butun dunyanin ayni sekilde hergun milyonlarca entry girmesini dusundukce, ve internette dolasan milyonlarca terrabayt kisisel hayat bilgisini hayal ettikce icimden bir ses birseylerin ters gittigini soyluyor. Bunun yaninda sanal oyunlarin ve atmosferlerin gun gectikce daha onemli yerlere geldiklerini goruyorum. Facebook, Lavalife, World of Warcraft gibi seyler var. Insanlar gun gectikce hayatlarinin daha buyuk bir kismini bu tur seylere ve UGC lere adamaya basliyorlar.

Yuksek Lisans tezimi Bilgisayar Oyunlari Tasarimi uzerine yazdim. Tezimde oyunlarin ve sanal dunyalarin gittikce insanlari sizofreniye, bozuk bir kisilik ve psikolojiye ittigini hafifce citlattim. Ama tabii ki tam soyleyemedim (akademik seylerde dogru yazmak gerekiyor ve insanligin elinde su an bunlari soyleyebilecek derecede kanit yok.) Bir sure once bu dunyadan gocen Baudrillard gibi dusunuyordum - O'nun da elinde bir kanit yok sonucta, atip tutuyordu basindan beri, ama edebi olarak sanalliga iyi saydirdigini dusunuyorum (ozellikle simulakra ve simulasyonlar kitabinda).

Sonuc su ki elimizde sanal dunyalar yuzunden aklini kaybetmis ya da ciddi bir rahatsizlik yasamis cok az insan oldugundan sanal dunyaya karsi bir onlem alamiyoruz. Bunun yerine bu dunyalar ve hayat tarzi yavas yavas tum insanligi etkisi altina aliyor, farketmeden her gun daha cok icine giriyoruz. Bazilari uzun sure yadirgayip karsi cikiyor, tepki duyuyor, ama bir gun bakiyorsunuz Facebook'dan mesaj atiyor. Bazilari icine girdikten sonra tepki duyuyor, birakiyor ve bir daha yazmiyor (ki bu cok azinlikta) vs...

Eeee? Niye dedim simdi ben bunlari? Neyse. Bi arguman getirmem gerekiyodu. Ama UGC'lerin guzel tarafi bu, kendim denetledigim icin hicbir zorunlulugum ya da seviye kaygim yok. Arguman oldu mu acaba? belki de arada yapmisimdir. Amaaan olsa da kodum olmasa da....

Monday, July 16, 2007

RATATOUILLE

Sonunda gitmeyi basardim Ratatouille e.

Ya bu ne ya.

Bilgisayar animasyonu altin cagina yavas yavas girmeye basliyor sanirim. Klasik Disney'in alevlenip dunyayi kasip kavurdugu zamanlara...

Ortamda birsuru sacma sapan gercekten basarisiz produksiyon turemeye basladi. Bunlar 3D'nin kolay ve cabuk oldugunu, herkesin iyi yapabildigini sanip piyasaya atlayan orta olcekli studyolar. Cikan isler gayet basarisiz olsa da endustri devinim halinde. Ustelik cogu zaman iyi kazanc da sagliyorlar. Biz okuldayken "Hoodwinked" yeni cikmisti. Daha trailer'dan animasyon ve riglerin kalitesizligini farkeden biz, animated feature'larin seviyesinin dusmesinden hayal kirikligina ugramistik. Buna ragmen Hoodwinked butcesini birsuru kez katlayarak acayip bir ticari basariya donustu: birkez daha oykunun ve pazarlamanin ne kadar onemli olduklarini kanitladi...

Neyse Ratatouille...

Pixar filmleri Steven King'in "o" kitabindaki cocuklarin korkunc yere girerken gordukleri kapi gibi. Her cocuk hayatta en cok kendi korktugu seyin resmini goruyordu kapida. Ratatouille de de ayni sekilde herkes kendisinin deneyimleri ve kisiligiyle olusmus bir tur duygular serisini deneyimledi/tekrar yasadi. Bu film cok basariliydi cunku cok genel bir seyirci kitlesi icin tasarlanmasina ragmen kisisellesebiliyor, insan kendinden birseyler bulabiliyor, ve herkes baska bir yerinde ya da bir dizi yerinde baska bir dizi duygusal degisiklik yasayabiliyor. Gurme bir yemek gibiydi. Romantikti, epikti... Ben basindan beri diyordum zaten Pixar'in anlatim gucunu Brad Bird'e verin, Lasseter gibi gerzeklerle heba etmeyin (bknz: cars) diye. Lasseter biraz ticari bir adam. Araba oyuncaklari ve "merchandise" dedikleri havlu, tabak vs... satabilmek icin arabalarla klise otesi bir film yapti, ne oyku ne de oyku anlatimi bes para etmezdi. Ama sanat cok cok cok gucluydu her zamanki gibi (ki Lasseterin dokunamadigi tek alan kendisi). Lasseter oradaki animatorlere kritik verecek bir seviyede degil ki. Filme etkisi bir producer kadar olabilirdi ancak, nitekim oyle oldu, ama gorsel takim buna ragmen cok iyi kotardi filmi. Herseye ragmen izleniyor.

Brad Bird bu filme basladiginda ben baya bi umutsuzdum. Cunku Brad Bird de atmosfer olarak kendini tekrarliyordu. Iron Giant ve Incredibles cok farkli gorunseler de atmosferleri ayniydi, Brad Bird'un cocuklugundaki Amerika. Bunun yaninda duygulari olusturma ve anlatma konusunda hep digerlerinden cok daha ilerideydi bu adam (en azindan hollywood'dakilerden). Dusuk beklentilerle gittigim son Pixar filminden hayranliklar icinde ciktim. Brad bu sefer atmosferini de yenilemis, Paris'te gecmesinin yaninda duygulari da diger filmlerindeki kadar guclu vermis. E buna Pixar'in teknik, sanatsal ve anlatim ustunlugunu de eklersek... Bence olaganustu bir film cikmis ortaya.

Sanat kismina hicbisey soyleyemiyorum. Animasyon mukemmel, Brad Bird animasyon konusunda da gercekten otorite. Glen Keane, Milt Kahl gibi adamlar tarafindan yetistirilmis. Bi noktada durmus ve demis ki, "ben animasyonu kesfettim (yas 12-14), ama film yapmak icin hayati kesfetmem lazim, Disney de kalirsam hayati kesfedemicem, animator olarak kalicam ama hayal ettigim oykuleri anlatamicam" demis ve Disney'den cikip normal bir hayat yasamaya baslamis. Yillar sonra hayati kesfetmis olarak geri donunce, animasyon dehasiyla film yapma tutkusunu birlestirip su an bunlari yapiyor. Beraber calistigi animatorler ondan kritik almanin cok keyifli oldugunu soyluyorlar. Kendisinin de eglendigi anlasiliyor bu isi yaparken.

Neyse muzik+animasyon+resim+oyku+... birlesmis ve cok ustun bisey cikmis ortaya.

Bundan sonra hayattan bekledigim sey: Pixar anlatim gucunu Miyasaki'ye vermeleri, ve Miyasaki'nin yaraticiligiyla Pixar'dan bir film cikmasi. Heralde son nokta falan bu olurdu...

Thursday, July 12, 2007

Dusundum de

Muzik dinliyordum. Sonra neden bu sarkiyi sevdigimi dusundum. Anladim ki hayattaki sarkilarin cogunda belli bir yerin gelmesi icin bekliyorum ben. Ornegin sarki 5 dakikaysa bunun ortalama 4 dakikasi benim icin beklemek ve tahammul etmek. Bu ornekte yaklasik 2. dakikaya kadar bekliyorum. Sonra gercekten cok estetik bir ritm figurun ustune yeme de yaninda yat turunden bir solo geliyor. Ama bu sirada muzik gercekten ustunlesiyor, altin haline geliyor. Bir dakika sonunda hersey tekrar eski haline donuyor. Bazi zamanlar sarkinin altin kismina ulasmak icin gercekten iskence cektigime inaniyorum. Bazen Satriani tum bunlari bilerek yapiyormus gibi geliyor. Sanki o guzel kismi sunmak icin bize odettigi bedel ya da oraya ulasmamiz icin katetmemiz gereken yol sarkinin geri kalani. Belki de sarki geri kalani olmadan o kadar guzel olmayacak (Satriani'nin boyle dusundugune eminim.) Sabirli davranip o guzel kismi haketmemiz gerekli. Dinledigim cogu muzik icin gecerli bu, bazi sarkilarda bir gitar oyununa asik olup onu milyonlarca kez dinleyebiliyorum. Ornekleri arttirmak mumkun:

Eminem : Sing for the moment - "See this kids..." diye baslayan son sozler.
Malmsteen : Crying - 2. dakikada baslayan uzun solo, fade out olmaya baslamadan 4 olcu onceye kadar
Lizst : nr:9 Macar Rapsodisi - Tam ortada baslayan cok bilinen tema ve sonraki suslemeler
Chopin : Ballade nr:6 - En sondaki sapik bitiris.

Bu sarkilarin kaymak kisimlarina ulasmak icin geri kalanlarina tahammul etmemiz gerekiyor. Ve hatta hayatin geri kalanina da uyarlayabiliriz bunu:

- Cocukken iskenderciye gidildiginde once iskence olarak pideleri yemek, donerleri sona birakarak tadini cikarmak., (ve de kardesi kiskandirmak icin de yapilir, cunku o bitirmis olur coktan, ama gerizekaliliktan onun doymus oldugu aklimiza gelmez vs...)(aslinda sonralari pideleri donerlerden daha cok sevdigimi de anladim...)

- Fener Parktan dunyanin en temiz ve guzel denizine girmek icin kayaliklari inmek, yorucu inisten terleyip serin/ilik sulara atlamak. Ayni sekilde acikmis ve yorulmus bi sekilde annenin yaptigi dolmalari yemek icin kayalari tirmanmak, butun o yolu sicakta yurumek.

- Commodore 64 te herhangi bir oyunu oynamaya calisirken 45 dakka mavi ekrana bakip heyecanla oyunun "cikma"sini beklemek, oyunun bazen "cikmamasi". Ama bazen oyun "ciktiginda" bekledigimiz 45 dakkayi hic hatirlamamak, altin anlar...

Herneyse anafikir: kayalari inip cikmadan dolma o kadar lezzetli olmuyor, sarkilarin geri kalanlarini dinlemeden sevdigimiz yerleri cok anlamli olmuyor... Hayattaki iskencelere gulumseyerek atlamamiz lazim...

(Ben hala sarkilarin bazi yerlerini ileri sariyorum yanliz. Bu durumda anafikir yanlistir. Ozur diliyorum.)

Monday, July 09, 2007

Metalciler arasinda bir aksam

Uzun suren metro yolculugunun sonunda havadaki nemden duvari yararak sokaklarda yurudum. Kucuk bir tepeyi astiktan sonra disaridan bir kulube gibi gorunen studyo 199'u buldum. Kulubenin onunde gergin gergin sigara icen vokaliste elimi uzattim, kendimizi tanittik. Diger elemanlari beklerken bana ilandan buldugu insanlarin hic guvenilir olmadigindan, bir gelip bir gelmeyerek onu hayal kirikligina ugrattiklarini anlatti. Birkac hafta once internetten buldugum bu grup gecmiste birkac kayit yaptiktan sonra biraz ara veren ve sonra tekrar biraraya gelmeye calisan, hafif protest, old school bir rock grubu.

"Sozlerimizi cok saldirgan buluyor musun?" diye sordu. Sozleri okumus olmama sevinerek kibarca "evet" dedim. Saldirgandan cok gereksiz buluyordum aslinda, saldirganliginin alti bostu, ama tabi bunu ona soylemedim. Eski davulcularinin 8 ay beraber caldiktan sonra ilk defa sozleri okudugunu ve bir anda muhafazakar birisi oldugunu hatirlayarak gruptan ayrildigini anlatti. Caldigi seyin icerigiyle benim kadar ilgisiz birisi daha oldugunu ogrenmek beni biraz rahatlatsa da uzun vadede buna tahammul edemeyecegime karar verdim.

Bascinin gelmesiyle kulubeye girdik. Kapidan girerken bu tur yerlerin dunyanin her yerinde ayni sekilde koktugunu farkettim. Rutubet, muzik aletleri, calanlarin ter kokulari, biraz sigara, belki izolasyon materyalleri, saga sola dokulmus bira kalintilari, ahsap yerler... Studyo kokusunun kimyasal bilesenleriyle bulanan zihnim cirtlak amfilerin igrenc tonuyla uyandi. Bir yerlerde amator olarak calan ya da muzikle ugrasan cogu insanin sesin kendi dogasiyla ne kadar az iliskisi var. Imkansizliktan muhtemelen. Guzel tinilar elde etmek icin essek gibi paralar harcamak gerekiyor. Cogu zaman cok acayip ekipmanlar zengin cocuklarin elinde, bir koseye atilip unutuluyorlar, buralarda gittigim birkac evde acayip pahalli gitarlar bir askilikta asili duruyor, temizlikciler tarafindan ozenle parlatilmis ama kapagi belki aylarca acilmamis piyanolar uzun uzun bekliyorlardi.

Caldik sarkilari. Eski gunlerdeki gibiydi. Cikista adam hayallerinden ve birgun bir rock star olmak istediginden bahsetti. Bunu basarmak icin herseyini verebilirmis. Gunduzleri 9 dan 5 e bir iste calisiyormus, ama hayatinin asil amaci 5 sarkilik bir demo kaydedip muzik endustrisine girmekmis. Counting Crows diye bir grubun Mr.Jones diye bir sarkisi vardi - unlu olmak isteyen ve bunu hayatinin amaci haline getirmis yeteneksiz ya da guzel gorunmeyen insanlardan bahseden. Buyuk hayalleri olan kucuk insanlardan.

Rutubet duvarini yararak evime dogru giderken satin aldigimiz dijital saatlerin her zamanki gibi yanip sondugunu, televizyonda her zamanki gibi gereksiz reality-showlar oldugunu, kedilerin herseyden bagimsiz bir sekilde miyavladiklarini ve dunyada benim gibi birsuru kucucuk insanin yine benim gibi gayet sacma sapan seylere inanarak hayatlarini buna harcadiklarini dusundum ve kendimi evimde hissettim.

Thursday, July 05, 2007

Herseyin fazlasi zarar


Normalde birseye 55 para vermeden once baya dusunup tasinirim, buna deger mi diye. Ama konu Dave Weckl, John Patitucci, Mike Stern ve de adini daha once duymadigim David Oliver'in biraraya gelip caz yapmalari olunca dusunmedim. Son 8 koltuktan birini kapattiktan sonra disardaki diger atraksiyonlara katildik. Louis Armstrong sesi cikarabilen ve de trompet calabilen kadin, tum ahaliye allahin country sarkisini soyletmeye calisip sican kovboy sapkali adam, cocuklara afrika muzigi soyleten Afrikali adam ve de palyanco tadinda insanlar bunlardan bazilari.


Sonra sasilasi bir sekilde bir lubnan restorani bulup sis kebap ve baklava yiyen ben (ki ertesi gun de oradan ayrilmadan bir kez daha gomecektim.), Dave Weckl'i izlemeden once sokakta uzerinde Jazz Bar yazan semsiyeli buzdolabindan bir bira cakmayi basaracaktim. Gercektende sokaklarda kurulu onca sahne ve bunlarin uzerlerinde calan gayet profesyonel ve yetenekli cazci'larla Place des Arts mahallesi, kocaman bir acik Jazz Bar haline gelmisti.


Dave Weckl, Patitucci ve Mike Stern cok fazla caldilar. iki bucuk saat surdu neredeyse ve toplamda 5 sarki falan caldilar. Hersey emprovizeydi, ve bir kez falan prova yapma imkani bulmuslar o gun. Calmaya baslayinca 20 dakka falan sonra duruyorlardi.

Dave Weckl, Patitucci ve Mike Stern cok fazla caldilar. Normal bir davulcu dakikada 250 nota vuruyorsa, Dave Weckl sanirim 1000'i zorluyordu. Ritmleri, solo gibiydi. Cok hizli ve cok yumusak caldi. Cok karmasik ve alti ustu sagi solu dopdoluydu. Sololari daha da doluydu. Dolduk tastik.

Dave Weckl, Patitucci ve Mike Stern cok fazla caldilar. Patitucci'nin Weckl'dan assagi kalir yani yok. 8 telli basi, kontrbasi, hepsini essek gibi caldi. Her ikisinin de cok estetik ve cok teknik caldiklari zamanlar oldu.

ve Dave Weckl, Patitucci ve Mike Stern cok fazla caldilar. oradan ciktigimda artik 2 ay falan muzik dinlemek istemiyordum. Cok yorulduk, tum seyirciler. Tekno falan istedi bunyem.

Thursday, June 21, 2007

Maalesef

Anime ile ilgili.

Anime Mangadan geldigi icin, Manga bu adamlarin geleneksel sanati oldugu icin (12. yuzyilda ilk oyku ornekleri gorulse de caponlar karikatur cizmeye taa milattan once baslamislar, ornegin pirinc yetistirirken ciftcilerin aldiklari notlar bugunku mangalarin temeliymis...), cizim ve oyku anlatmada cok iyiler. Bir de Walt Disney bunlarin filme donusebilecegi tiyosunu verince leziz seyler olmaya baslamis tabii ki. Fekaaat cizim ve anlatim assa da bunlarin geleneksel sanati muzigi kapsamiyor. Bu nedenle japonlarin (kendi muzikleri disinda) anime urunlerini disariya sunduklari muzikler iggggggrancccc.

Baslarda korkunc Japon-Pop ruzgari kasip kavuruyordu ortami. Genellikle insanlar da sarkiyi soyleyebilsin diye (ne gerek var anlamasam da) karaoke seklinde Japonca harfleri tariyorlardi. Bir sure sonra Amerika pazarina acilirken bunlar, bildigin Amerikan 2. sinif sarkicilarini kiralamaya basladilar. Ama sectikleri sarkilar ve sarkicilar hala igrencti. Son zamanlarda izlediklerimde (Afro Samurai, Death Note) acayip bir metale kacis, inanilmaz distortion ve throat vokal var. Neredeyse In Flames calcaklar. Buna ragmen gereksiz karaoke zihniyeti devam etmekte bi sekilde (Throat vokalden sozleri anlayamayacagimizi hissetmis olabilirler, ki anlamaya imkan yok (yoksa Japonlar death metal de mi yapmaya basladi.. cunku In Flames anlasiliyor normalde)). Sonra da birsekilde throat vokalli death metal sarkisinin sozlerinin yarisini japonca yarisini ingilizce yapip, hepsinin karaokesini de ekrandan gecirince iyice cumbus oldu. Metal ve trash son 5 yil icinde vefat ettigi icin death metali kullanma konusunda da Japonlar baya bi gec kalmis durumdalar. Buna ragmen... gelisme var...

Matt Stone-Trey Parker Southparkin bir bolumunde (801 - Good times with weapons) inanilmaz gozlem yetenekleriyle yaptiklari

hayau hayau kikasuuu
watasiyami protect my balls
let's go let's go let's fighting
let's fighting loooove....

sarkisina hala guluyorum. Ozellikle ingilizceye adaptasyon sorunlari yasayan Japonlarin gramerdeki yaraticiliklariyla gayet vurdulu kirdili dizilerin icine sokmaya calistiklari gereksiz romantizmin harmanini "let's fighting love" dizesiyle gayet iyi dile getiriyorlar.

Paprika'da ilk defa muzik cok goze batmadi. Hatta biraz daha ugrassalar sevicektim. Hafif tekno/diskoya kaciyor, ama kesinlikle bir karakteri var ilk defa. Neyse meraklisina sabir diliyorum...

Tuesday, June 19, 2007

Paprika

Biras stres, biraz endise, heyecan ve daha cok heyecan sirasinda butun parami yeni bir hesaba yatiraraktan (ve ondan geri cekemeyerekten) parasiz kaldim haftasonuna kadar. Ama bu beni durduramadi, borc alaraktan sinemaya Paprikayi izlemeye gittim. Dheer sagolsun.

Blockbuster ve holivuda olan nefretimi animeye sevgi seklinde geri puskurten ben bu eylemi yaptim. Gercekten animasyon adina en yaratici seyler animeden geliyor. Sinemalarda da ayni sekilde destekcisiyim caponlarin anlatim gucunun.

Paprika "PG" degil. Anlamak icin buyuk olmak lazim. Izledim, anladim, sevdim, bayildim ve buyuk harflerle yaziyorum.

ANIMASYON SANATININ POTANSIYELINI EN IYI SEKILDE KULLANAN VE ANLATMAK ISTEDIGI SEYI EN BASARILI SEKILDE ANLATAN ANIMASYON TARZI BU ANIME. AMA SADECE BUNUNLA BITMIYOR. BU ADAMLAR ANLATACAK BU KADAR YARATICI VE ZEKI OYKULERI NASIL BULUYORLAR. SIFIRDAN OLUSTURDUKLARI EVRENIN ICINE ONU GOMDUKTEN SONRA INSAN ZEKASINI NASIL GIDIKLAYABILIYORLAR. SAYGIYLA EGILIYORUM...

Wednesday, June 13, 2007

Madlen Peru

madeleine peyroux diye yaziliyor. Benim icin Madlen O. Tanri vergisi cok guzel bir sesi var. Ayni zamanda cok basarili kariyerinde Madlen. Oduller, albumler...

Yanliz fikrimce yorum konusunda sorunlari var. Cok yorumluyor. Oyle cok yorumluyor ki... Biraz fazla yorumluyor. "Yorum"un dozunu kacirmis, manyagi olmus. Kendi sarkilarini guzel soyledi. Yanliz sonra bir ara Tom Waits "The Heart of Saturday Night"' i "yorum"lamaya basladi. "The Heart of Saturday Night" carsamba aksamindan ufak capta bir kriz gecirdi. Arkada calan adamlar kalp masaji misali sarkiya biraz sadik kalarak olasi bir enfaktusu bertaraf ettiler. Smile' i daha hafif "yorum"ladi. Boylece izleyiciler olarak gulumsememizi koruduk. Ama ayni seyi Fairground Attraction'un "Walking after Midnight" 'i icin soyleyemeyecegim. Zira Madlen bu sarkiyi tamamen "yorum"ladi. Kimse engel olamadi, Madlen "yorum"ladi atti bu sarkiyi.

Daha klasik caz bekliyordum ben, ama baya pop cikti Madlen. 45 paraya deger miydi derseniz, sadece madlen degmezdi ama madlenden once cikan adam cok dehset birisi oldugundan ve de hem muzigi hem de sovuyla otturdugunden dolayi pisman degilim.

Monday, June 11, 2007

Okuzum ben

Sevdigim kizi etkileme etkinlikleri bunyesinde uye oldugum spor salonundaki kosma aletinde 5.2 hizinda ve 8 egimde 25 dakika kostum. Sonra diger aletleri de bir yarim saat kurcaladiktan sonra o hizla eve gittim. Bisiklete atlayarak supermarkete uctum adeta. Haftalik alisverisimi yapmaya basladim ve sonra somon baliklarini gordum. O an sevdigim kizin yaptigi Jamie Oliver tarifi mukemmel somon ve limon+sarimsak+rosemary li patates yemegi aklima geldi. Jamie Oliver'a olan nefretim bir saati askin sportif faaliyetimle birlesince 6 parama kiyaraktan 2 kocaman somon parcasi aldim. O andan itibaren anahtar sayim 2 oldu. Somonlari 2 buyuk patates, 2 buyuk sogan ve 2 limon takip etti. Haftasonundan kalan 2 biramdan birini actim ve her adimda Jamie Oliver'a saydiraraktan leziz yemegi yaptim. 2 koca patates, 2 sarimsakla birlesti, allahin belasi Jamie Oliver'in onerdigi gibi pisirildi, bir yandan 2 somon da firinda kizardi. Ama gerizekali ben sadece bir kisiyim. Sonra ben o hizla 2 kisilik yemegi yedim. Bu arada internetten istanbulda gecen 2. sinif holivud filmi izlemeye basladim. Filmin ortalarina dogru hizim azaldi ve yerini sucluluk dolu bir durgunluga birakti. Hayvanligimin
doruklarindan koltugun derinliklerine gomuldum. Artik buradan kalkabilecegimi sanmiyorum. Saat 10:56. Tabaklari assagi tasicak gucum kalmadi. Balik kokucak burasi. Banyo falan yapmicam, sabah erken kalkar yaparim. Zaten allahin belasi dus basligi durdugu yerde bozulmaya karar verdi. Bana puskurttugu suyun iki katini banyonun geri kalanina puskurtuyo. Ben banyo yapinca banyo da banyo yapiyor. Terlikler, havlular, geri kalan hersey benim gibi yikaniyor... En azindan tabagi goturmeliyim. Allahin belasi Jamie Oliver...

Thursday, June 07, 2007

Bu ne

Ya insan basparmaginin ustune yatip uyuyabilir mi? Sabah kalkinca basparmagi bu kadar aciyabilir mi? O kadar parmak ve el dururken sen gidip sadece bir parmaga kafani koyabilir misin? Zaten mouse sallamaktan carpal tunnel sendromu olcam. Bi de basparmagimin ustune yatmaya devam edersem...
Ellerimi baglayarak yatmaliyim belki de.

Wednesday, June 06, 2007

Luminato


Ontoryo golunde siradan ve sessiz bir aksamustuydu. Ama bu sakinlik firtinadan onceki sessizlik miydi acaba?

Eveeet. Cunku Isik festivali Luminato basladi saat 9 gibi. Isik shooow.

isiklarin altinda iki tane tutamak var. bunlari tuttugunuz zaman isiklar sizin kalp atisiniza gore yanip sonmeye basliyor. herkes o tutamaklari tutunca gokyuzunde insanlarin kalp atislarindan olusan, yanip sonen bir isik cumbusu oluyor. Bir sekilde halkla interaktif olmasini planlamislar isik gosterisinin. Biz tutamaklarin onundeki sirayi gorunce "eeeeh" diyerekten dogrudan birer bira aldik.


Eheheh. Bayilirim boyle seylere. B.k var sanki. Neyse.

Tuesday, June 05, 2007

Gercek mi?

Assagi yukari hergun dunyanin kirlendigine dair birkac e mail aliyorum. Bu e-maillerde ozon deliniyor, cevre kirleniyor, Cin coplerini dunyaya birakiyor, CO2 artiyor, agaclar tukeniyor, yok kuresel isiniyoruz, yok okyanuslar CO2 tutuyor, birakmiyor, her yer CO2 oluyor, biz zehirleniyoruz, coller artiyor, atmosfer deliniyor, O2 yaraticak bitkiler yaniyor, dunya Marsa benzemeye basliyor...

Sonra bu e-mailler tartismaya donusuyor. Hala SUV lere biniyoruz, hala komurden elektrik, nukleer santralden enerji, fabrikalardan atik ve buzdolaplarindan gazlar fiskirtiyoruz. Haberlerde bunlarin yerine Paris Hilton'u gosteriyoruz, kimse ilgilenmiyor... diyerek tartisma uzuyor.

Her tartismanin sonunda sirketcek aksam giderken monitorleri kapatmaya, kagit bardaklar yerine kupalari kullanmaya, plastik karistiricilar yerine kasik kullanip yikamaya karar veriyoruz. Sonra ayni hamam ayni tas. Haftada bir bu muhabbet donuyor. Birileri internetten okuyup okuyup gonderiyor.

Ben insanlarin gercekten tirsip birseyler yapmaya baslamalari icin sorunla birebir karsilasmalari gerektigini dusunuyordum. Bikac kisi gunesten yanip, bazilari cok CO2 den bogulup olucek ki (sallandircaksin sunlarin bikac tanesini) insanlar "tamam sictik, hadi artik tuketmiyoruz" desinler. Ama simdi anladim ki birkac kisi bogulup olunce kalanlar onun yerine "hadi dunyanin temiz kalan ve yasanilabilen yerlerine gidip oradaki insanlari oldurelim ve yerlerini alalim" diyecekler. Hatta simdiden diyorlar.

Bazilari ise bu haberlere inanmamayi seciyor. E-maillerden biri diyor ki "yani tamam kotuyuz insanlik olarak, ama kassak ta 100 yilda dunyayi Mars'a ceviremeyiz. Bilimadamlari atip tutuyorlar". Belki de buna inanmak daha kolay. Acaba hangisi dogru...

Thursday, May 31, 2007

Allahin belasi corba

Dun gece sebze corbasi yaptim. cok guzel oldu. cok saglikli da oldu. hem de yemesi de cok zevkli. sonra bu corbayi dolaba koydum ki bugun iste yiyim diye. sabah ta onu plastik sefer tasima koydum. ve sonra da torbanin icine koydum. ki akmasin, akarsa canta kokmasin diye.

sonra bu geri zekali, akmis, torbayi gecmis, cantamin icini gol yapmis. Diger essalarim, dis fircam, gozlugum falan islanmis. hem de corba suyuyla. sonra o geri zekali seyi yolun ortasinda bosaltip ise kadar elimde tasidim. yol boyunca bissuru kufrettim, ona buna saydirdim.

sonra ise geldim. kahve bazen guzel bazen kotu oluyor. bugun kalin bir asfalt katmani gibi. sanki asfalti eritmisler, sivi hale getirmisler, kahve makinasinin icine koymuslar. kokusunu alinca yuzum burusuyor.

Cok guzel bi gun baslangici oldu. Simdi gulumsuyorum ben. Hersey cok eglenceli gidiyo. Ehehe.

Wednesday, May 30, 2007

oooorrrrrraaaayyyt

Son zamanlarda internetteki yerlerde birsuru politik tartisma gormeye basladim. Insanlar irkciligi, anti-irkciligi, dini, demokrasiyi, solculugu, sagciligi... birseyleri tartismaya, bu konularda kavga etmeye basladilar. Millet birbirini assagiliyor, kan govdeyi goturuyor...

Peki benim butun bunlara karsi durusum nedir?

Durusum = Sabit.

Internet baslarda guzeldi. Kimse kim oldugumu bilmiyor, annemle babam yazilari okumuyor, insanlar beni tanimiyordu. Bu sayede hallac pamugu gibi tum ortama tekme tokat saldirip fikirlerimizi ozgurce paylasabiliyorduk. (Genelde sagi solu assagilayip, ona buna saydiriyor, bol bol kufrediyorduk). Ama zamanla annem ve babam interneti ogrendi, hallac pamugunun da ablasi onun blogu oldugunu kesfetti ve onu okudu. Bu durumda kimliklerimiz belli oldugu icin artik soylediklerimizin arkasinda durmamiz gerekti. O eski ozgurlugumuzu kaybettik. Artik kimseye saydiramiyoruz. Cunku okuyup goruyorlar, bizi taniyorlar. Bu durumdan mutsuzum. Anonim kalmak isterdim.

Interneti profesyonel amaclarla da kullanmak durumundayim. Bugun isteyen herkes benim islerimi ve CVmi bulabilir. Bu sayede islere giriyorum. Politik ya da dini herhangi bir fikrimi yazarsam ileride profesyonel hayatim bundan etkilenebilir. Iyi ya da kotu. Ve benim boyle lukslerim yok. Ekmek parasi kazaniyoruz burda. O yuzden politika ve dine karsi durusum "oldugu yerde, sabit, butun fikir/akimlarin birkac adim otesinde" kalicak.

Ya da yeni ve anonim bi kimlik yaratip (ki IP adreslerini takip edenler oldugunu biliyorum, ama kasarsam beni kimse bulamaz) onunla saydirabiliriz. Ama uzun is yani deger mi?

Tuesday, May 29, 2007

Birtat Tantuni

Eskisehirle ilgili yazi yazinca aklima geldi. Ya bir kac gundur sevdigim kizla beraber Tantuni as eriyoruz. Gece olmustu ve acikmisti o. Ben de ona Eskisehirde gece yarilari yedigimiz Birtat Tantuni'den bahsederek iskence etmeye karar verdim.

Ben hep bir ekmek, bir lavas alirim. Girer girmez kapidaki ustaya soyleyip iceri segirtmek gerekir, hazirlamalari yaklasik 4 dakika surer, bu sureyi sagda soldaki aynalara aval aval bakarak, igrenc dekorasyonun gereksiz detaylarini ve 3. sinif tuzluk biberlik takimini inceleyerek gecirebilirsiniz. bu surece ayrica ayran almaniz da size hiz kazandirabilir. yanliz sabirli olup ayrani tantuniyle beraber icmeniz gerekiyor, hemen icmeye baslarsaniz yenisini almak zorunda kalabilirsiniz ve boylece icecekleri once getirip size daha cok sey satmayi hedefleyen kazikci restoran zihniyeti kazanmis olur. sonra gelir. tabagin icinde hep bir kac dilim limon ve o super aci cin biberlerden olur. sonra ilk tantuniyi acip limonu sikmaya baslarim. Tantuninin suyuna bandirilmis muthis ekmegin uzerindeki leziz et tanecikleri hafifce islanir limonla. Sonra ekmegi kapatip isirmaya baslarim. her isirikta cok aci olan cin biberlerden bir tane, ve bir yudum da ayran alarak ekmek tantuniyi bitiririm. Sonra ikinci lavas olana baslarim. Lavasi yemenin baska bir yontemi vardir. Bu sefer limon, tuz ve cin biberi lavasa sarilmis tantuniyi isirdikca, her isirikta ayni heyecanla gorunen etlerin uzerine ekleyerek sonuna kadar gelirim. en sonu en guzel olur, domates sogan ve diger seylerin sulari birikmis, lavasin icinde hapsolmus olur. son bir cin biber ve ayranla ziyafete son noktayi koyabiliriz.

Sonra da nehir kenarindan eve dogru segirtirdim, doymus ama hala yemek isteyen adimlarla.

Thursday, May 17, 2007

Smile

Kisindi.

Heryer kar olmustu. Sogukta eve dogru yuruyordum. Hep sagda solda evsiz insanlar olur. O gun de vardi. Usumemek icin hizli hizli yururken isiga yakalandim ve yani basimda yerde karton kutularin uzerinde oturan kizi farkettim. "Bozuklugunuz var mi?" diyordu gulumseyerek. Herkes sogukta yuruyerek yanindan hizla geciyordu. Sagligi yerinde, hos bir kiz nasil oluyor da yerde bozukluk istiyor diye dusunurken bana bakip dedi ki "bak ben gulumsuyorum, iki ay once burada olacagim hic aklimin ucundan bile gecmezdi ama bak buradayim, ve gulumsuyorum." Sonra "Bu durumda bile gulumsuyorum ben bakin" dedi orada isikta bekleyenlere. "That's the spirit".O an cevreme baktim. Benim gibi islerinden cikmis, butun gun binbir gerzek seyle ugrasmis, yorulmus, gecenin sogugunda evine ulasmaya calisan onlarca kisi yuzleri elverdigince somurtmaktaydik. Koskoca sokakta gulumseyen tek insan yerde karton kutular ustunde dilenen sarisin kizdi.

Bazen atari birseyler render edip gecenin korune kadar beni uyutmadiginda, %23 ten %24 e gecmek icin iki dakka bekleyip beni delirttiginde, yaptigim animasyon daha baslarinda olup dag kadar isi oldugunu gordugumde, isteki buyuk boyatma makinesi beni yanlis anlayip bazi seyleri yanlis boyadiginda, gec kaldigimda, bunaldigimda, korktugumda ya da kizdigimda ya da bir iste acayip cuvalladigimda, gulumsuyorum. "That's the spirit"

Sunday, April 22, 2007

Active Surplus


Hani otobuste bir arkadasla giderken arkadas "super bir sarki var hadi dinleyelim " diyerekten walkmanini cikarir ya... Sonra bir kulakligi kendine takar, bir kulakligi size verir ki ikiniz birden dinleyesiniz, ayni anda tadina varasiniz diye. Hani bir kulaginizda bagir bagir bagiran muzik ve oburunde otobusun igrenc horultusunun beyninizde bulusup o guzel sarkiyi iskenceye donusturdugu an vardir ya... Hani sarki bitse diye beklersiniz, "bu ne rezalet lan" diyip kulakligi bir kenara atamazsiniz ya... Sonra iki kisi de o sarkidan birsey anlamaz ama bir kulaklari uguldayarak o ani bozmak istemez ya... Iste butun bu durumun bir cozumu var. Hep vardi. Ama ben hic ulasamamistim. Arkadaslar hep bahsederlerdi, bir kulaklik cikisini iki kulaklik yapan bu kutsal aletten.

Bana 1 liraya malolan bu mukemmel aleti Active Surplus diye bir yerde buldum. Bu kutsal yer sehrin gobeginde ve iceride ender zamanlarda cok gerekli olan ama "acaba bu nerde satilir" diye dusundugunuz, sonra hicbir fikriniz olmadigi icin kendinize kizip yaptiginiz seyden vazgectiginiz anahtar kutsal objeler var. Mesela video kameranizi televizyona baglama kablosu, gitarinizi bilgisayara baglama kucultucusu, televizyonu antene baglama kablosu, envayi cesit dugmeler, fisler ve prizler, uzatma kablolari, her tur devre, ledler, tornavida gibi seyler, printer kablosu, cok ziplayan kucuk top... gibi. Hepsi 5 liranin altinda. Hersey cok ucuz.

Yalniz, Active Surplus' in reklam sorunu var. Cok guzel bir yerde, super seyler satiyor, ama dogru durust bir tabelasi yok. Onun yerine adam var. Evet, Neon Active Surplus yazisinin altinda bir adam duruyor. Beyaz sacli, sevimli bir adamcagiz. Adamin isi sozlu bir sekilde insanlara orada Active Surplus oldugunu soylemek. Bu adam oradan ilk gectigim gunden beri var. Ayni yerde duruyor. Arada bir mola verdigini soyleyebilirim ama onun disinda yaz kis, -10, -20, +30, her sicaklikta, ortalik buz kestiginde, herkes parmakarasi terlik giydiginde, hep oradaydi. (Benim ise yurudugum yol ustunde oldugundan hergun goruyorum). Kislari kocaman paltosunun icinden "Active Surplus" diye karsi kaldirimdaki adamlara bagirir. Onunden gecerken hep "iceride neler neler var" gibisinden konusup insanlari cagirir. Adama "amca durma boyle, yazik, ben uzuluyorum" demek istiyorum. Belki oranin sahiplerinden biridir. Belki ortagiyla konusup uzun uzun tartismislardir. Birinin tabela olmasi gerektigine karar vermislerdir. Yoksa isler iyi gitmiyor, o kutsal ucuz dukkani kapatmak zorunda kalacaklar. O gece ikisi de "bunu biraz dusunelim" diyerek evlerine gitmisler. Sonra beyaz sacli adam gece kabus gormus. Kabusta ben trende sevdigim kizla gidiyorum, ikimiz de muzik dinlemek istiyoruz, ayni sarkiyi dinlemek istiyoruz, ama olmuyor cunku bir tane kulaklik var. Sonra kulaklarimiza tek tek takiyoruz ama cok sikintili oluyor oyle. Bu strese dayanamayan adam terler icinde uyanip dehset dolu gozlerle kendisine bakan karisina "meri, ben tabela olucam" demis. Meri ise anlamis onu. "Eger bu seni mutlu edicekse, ol" demis. "Ben sana sabahlari sandevuc hazirlarim, peynirli, oglenleyin yersin" demis. Ertesi gun ortagiyla bulusan adam tabela olma gorevini gururla yapacagini soylemis. Ortagi bu ise cok sevinmis ama gonlu elvermemis, demis ki "bu sene sen tabela ol, diger sene ben olucam". Boylece hersey yoluna girmis. Herkes de mutlu olmustur bence. Ama yazik adama.

Sunday, April 15, 2007

Zayiflik



O dukkanin onunden gecerken hep tedirgin oluyorum. Steve's Music Shop. Vitrinden gitarlara, amfilere bakiyorum soyle bir. Iceri girmemek icin bahaneler ariyorum. Kapida cantalari bir yere aliyorlar mesela, cantami cikarmaya usenmeye calisiyorum. Off simdi cikar oraya koy, cikarken almasi ayri dert, degmez zaten... diye dusunurken... Kendimi gitarlarin, notalarin arasinda buluyorum. Agzimdan sular akarak Fender Stage amfinin fiyat kartini kurcaliyorum. Bazen bir Gibson LesPaul, bazen bir Telecaster a yaklasip, yakindan bakiyorum. Ibanezler hep yukarlarda asili oluyor, 1500 para sinirini astiklarindan olsa gerek. Jem, JS... Incecik klavyeleri ve kimbilir ne turlu cilgin sesler cikarmaya hazir DiMarzio manyetikleriyle sessizce saliniyorlar asildiklari yerde. Uyuyan canavarlar gibiler, birileri uyandirsa ciglik cigliga ortaligi dagiticaklar, ama kimsenin onlari uyandirmaya yeterli parasi ve cesareti yok sanki. Tedirginligimi notalarin oldugu bolume tasiyorum. Kitaplari kurcalamaya basladigimda "umarim ilgimi ceken birsey gormem" demeye basliyorum.

Yakin zamanda cok paraya ihtiyacim olacak. O yuzden gundelik hayatta cok az para harciyorum. Yemeklerimi evde pisiriyorum, plastik kaplarda ise goturuyorum, internetten film indirip izliyorum, ise yuruyerek gidiyorum, aksam biryerlere gidiceksem onceden evde demleniyorum vs... Ama Steve's Music Shop... Gecen girdigimde The Real Book diye bisey aldim. 35 para vererekten. Icime oturdu. Neyse bu gecen aydi. Bu girisimde goz gezdirirken maalesef Tom Waits Anthology'le goz goze geldik. Korktugum basima geldi. Her cumartesi gecesi dinlemeyi bir tur toren haline getirdigim "The Ghosts of Saturday Night" i gordugumde (ki ilk sarkiydi) artik cok gecti. Kendimi rahatlatmak icin gerisine baktim ve "Invitation to Blues" ve "Blue Valentines" gibi en sevdigim sarkilarin piyano notalarini bulunca bosverdim sucluluk duymayi. Tom Waits in bugune kadar kaydettigi herseye sahibim su an. Ama tum interneti taramama ragmen (limewiredan e donkeye) hicbir yerde Tom Waits Sheet Music bulamamistim.

Satici adama "senin yuzunden simdi bi yerlerden piyano bulup kiralamam gerekicek" diye soylendim. Guldu. Anthology ve ben eve geldik. Ev arkadasim sarap ikram etti biraz. Pazar gunu ise gitmem gerekiyor. Hayat cok kalabalik.

Sunday, April 08, 2007

puhaha

Bir yerden bi tane animasyonla ugrasan cocukla tanismisim. Internetten. Neyse kimdir nedir bilmiyorum, ooyle msn listemde duruyordu. Biraz once kopuk bi muhabbet oldu. Aynen copy paste yapiyorum. Hala guluyorum su an.

Cocuk : slm

Ben : selam

C : nasılsın

C : 500 kontr acil lazımdı bana telsim pazartesi iade ederim parasını mümkünmü

B :anlamadim ?

C : anlamıyacak bişi yok

B : bi yere telefon mu acman lazim

C : ya yok

C : laızm bana

C : alacanmı almıyacanmı

B : :D

B : almicam tabii ki

B : allah allah

B : kimsin sen kardesim

B : niye kontur aliyorum ben sana

C : silindin

C : iyiki biÅŸi istedim

C : defol

C : senle oÄŸraÅŸamam

C : senle buraya kadarmış

C : s.ktir ol git

Sunu yazarken bile kopuyorum. Sonra offline oldu. Kardesim ne manyaklar var ya.

Friday, April 06, 2007

iiiiystIR

Bu cuma tatil oldu. Bir tur dini bayrammis. Isa ve bir takim tavsanlar ve bir takim yumurtalar var etrafta. Supermarketler kapali. Yeterli yiyecegim varmis neyse ki.

Office Space'i izledikten sonra kardesimle, kuzenle ve bazen de arkadaslarla bazi yazlar yaptigimiz "durma" eyleminin sadece bizim camiaya ait olmadigi, tum dunyada ortak bir sekilde hayal edildigini ve uygulandigini gordum. Hatta bu konuda film yapilmis olmasi bana umut ve mutluluk verdi. Dunyanin her yerinde farkli kulturlerden insanlar evde oturup, biraz "dur"mayi hayal ediyorlar.

"Dur"mak soyle oluyor. Ornegin uzuuun ve bombos bir yazin evde oldugumuzu ve basket oynamak, TV de "Holivud Yaramazlari" isimli cizgi filmi izlemek (ki hatirliyorum baska hicbisey yoktu o saatlerde), disari cikip sicaktan eve geri girmek, arkadaslarla bulusup sacma sapan oyunlar oynamak gibi bir takim eglenceli aktivitelerin artik bir rutin hale geldigi durumu dusunelim. Evimizde ailecek (herkes kendi rutinini) yasarken herhangi bir noktada kardesime "Naaapiyosun?" diye sorarsaniz "Duruyorum" cevabini alirsiniz. O da bana sorarsa ben de ayni cevabi veririm. Cevabimiz icerisinde her tur psikolojik ve fiziksel aktiviteyi ve hayatta tum istedigimizi barindiriyor. Insanlarla, durmaktan sikilip sikilmadigimizi tartistigimizi, ve sonunda sikilmadigimiza karar verdigimizi hayal meyal hatirliyorum.

Bir baska durma eylemi Bozcaadada birkac arkadas ile yapilan yine cok kutsal ve ayni derecede hayat dolu birsey. Ornegin kahvalti edilip bulasiklar mutfakta dag gibi yigildiginda, herkes avludaki agacin altindaki koltuklara yigilip uzum baginin ardindaki kumsala ve denize bos gozlerle bakmaya baslar. Orada uc bes kisi, kuzen, arkadas... uzuuun uzuuun bakariz denize ve dalgalara. Sonra hep herhangi birisi (oraya ilk gittigimde bu bendim) "sofrayi toplasak mi?" gibi birsey soyler. Iste o an Bozcaadanin gercek sahipleri (ilk gittigimde kuzenim, birkac yil sonra ben...) soyle derler: "Biraz duralim". Orada, o anki konumumuzu bozmamak, basitce durmak gerekli. Bunu comezler cok anlamiyor. Ama oraya giden herkes bu egitimden geciyor ve "dur"mak bize ogretiliyor. Maalesef orada ogrendigimiz zanaat sonradan cok onemli bir parcamiz haline geliyor. Huzur icerisinde durabilmek. Birsey yapmamak, ya da yapmaya calismamak hali. Onun bagimlisi oluyoruz ama bir turlu bulamiyoruz onu.

Bir tane daha var "dur"ma. Sevdiginiz kizla durma. O da cok guzel. Ama onu yazamicam. "Koyun delisi" diye bir yere gitcem simdi. Herneyse ana fikir: bugun bombos bir gundu ve tatildi ama "dur"mayi basaramadim. "Dur"mak icin cok ender yakalanabilen bazi sartlar lazim. Yildizlarin belli bir konuma gelmesi gibi birsey.

Zor.

Wednesday, March 28, 2007

Hersey cok karmasik

O yuzden bu aralar yazamadim. Ama sonra yazcam...

Friday, March 09, 2007

Muhendisler geliyor

Onlar hep aramizdaydi. Biz dunyanin en gereksiz isleriyle ugrasirken onlar bi takim gercek dertlere careler buluyorlardi. Biz kaatla, uhuyla, boyayla oynarken onlar en karmasik integralleri cozmeye calisiyorlardi. Ama onlarin da sorunlari vardi. Kardesimin katkilariyla haberini aldigim su videoda bu sorunlardan bahsetmisler. Ben okuldayken de boyleydi. Hep boyleydi. Sonra bu muhendisler buyuyunce isletmeci falan oluyolar. Isletmeden hic anlamadiklari bi takim sanatsal islere dogru kayabiliyolar. Sonunda bi bakiyosun bir sirketin Production Manager'i olmus, senin cizdigin resmi begenmiyo. Zaten bizim isler bi garip. Executive Producerlar bazen delirip animasyondan hic anlamayan adamlari yonetmen yapabiliyolar. Bu bir ara moda olmus ve simdi allahtan gecmis. Yanliz bunu ilk Ren&Stimpy de denemisler. Cok komik olmus sonuc. Sanirim balina iyi yonetmene denk gelmisler. Sonra bu isten anlamayan adamlari basa getirme modasi bir takim igrenc cizgi diziler sonunda gecmis. Yerini Cizgi-Film ve sanattan nefret eden zengin insanlarin sektore atilip Producer olmaya calisma modasi almis. Japonlar disinda piyasadaki cizgi-dizilerin % 80 inin gayet boktan olmasinin sebebi bu olsa gerek. Parasi olan insanlar bu isten anladiklarini sandiklari icin filmlere mudahale etmeye calisiyorlar. Yonetmene "ya suraya bi kirmizi ferrari koysak mi" gibi taleplerle gidiyorlar. Yonetmen de garibim onu oraya koyup filmin gorselligini ve oyku akisini bozmamak icin birsuru seyi degistiriyor, onlari degistirmesi filmi ureten animatordu, isikciydi, modellemeciydi hepsinin daha cok ve gereksiz calismasina sebep oluyor. Hem de hep beraber projenin icine siciyorlar. Ama bu yeni bir sorun degil ki. Orson Welles Yurttas Kane i yaparken bile ayni sorunlarla karsilasmis.

Sonuc olarak ben kizlarin muhendis olmasini istiyorum. Erkek meslektaslariyla beraber mesleklerini sevmelerini ve icra etmelerini destekliyorum. Cok para kazanmalarinin da hicbir sakincasi yok. Yanliz eger film endustrisine girmeye karar verirlerse, sonra da "ay bunun elbisesi yesil olsun, sunun burnu pembe olsun" demeye baslarlarsa, sihirli degnegimle kafalarina kafalarina cakacam. (Yaktin beni prenseeeees.)

Saturday, February 17, 2007

Savas Fotografi

dunya barisi ve uluslararasi iliskiler...

sevdigim kizin bu konularda calismasi nedeniyle bu konularda bir rakun kadar bilgim olmasindan utanmaya basladim. bu nedenle bir takim arastirmalara falan giristim. wikipedya okudum. arastirmalarim cercevesinde warwickteyken bir filme gittim ve sonundaki tartismayi izledim. Film israil-filistin intihar bombacilarini esprili bir dille anlatmaya calisiyor, bazen gulduruyor bazen dusunduruyordu. Sahsen nasil hissedecegimi bilemedim. Cok basarili bir film oldugunu soyleyemicem ama yine de birseyler anlatiyordu. Sonra bir kiz cikip "West Bank" te calistigini anlatmaya basladi. Icimdeki rakun "kiz bankaya girmis heralde buyuk bi banka, dunya bankasi gibi, ne guzel" diye dusunurken kiz insanlarin cok aci cektigini ve cok zor durumda oldugundan bahsetti. Rakun "e o kadar kotuyse ne diye girdin bankaya" derken bir sekilde West Bank in bir suru catisma ve sorun olan bir yer oldugunu tahmin ettim.

Birkac ay sonra , simdi, West Bank in dunyanin en cok odul alan fotograflarinin ciktigi yer oldugunu dusunuyorum. World Press Photo denen siteye bakarsaniz odullu fotograflarin yarisi oralardan geliyor. Insanlar olen, aci ceken diger insanlari gormeye bayiliyorlar. Ozellikle kendileri daha iyi durumdalarsa. Bu fotograflari gazete ve dergilere basiyorlar. Bunlari ceken fotografcilar kahraman ve basarili oluyor. Tarihi ve etkileyici bir durumu belgelemekle kalmayip ayni zamanda kendilerinin daha iyi durumda olduklarinin yazili resimli kanitini olusturuyorlar. Icimdeki rakuna gore baska seylerin de kaniti bu. Ornegin fotografcinin o fotografi cekmeye ayirdigi sure icerisinde aci ceken cocugun aci cekmeye devam ettiginin kaniti. Fotografcinin cocuga yardim etmeye calismak yerine olayi belgelemeye calistiginin kaniti. Fotografcinin, cektigi fotografin cocuga o an yardim etmeye calismasindan cok daha etkili olacagini dusundugunun kaniti (cok iyimser oldu bu, belki de world press photo dan odul kazanmayi yardim etmekten daha cok istediginin kaniti). Eger bir kisinin aci cekmesi ya da olmesi bir toplulugu kurtaracak gibi gorunuyorsa insanlik olarak o kisiyi oldurmeyi sectigimizin, fotografcinin yarim beyniyle bu karari vermekte tereddut etmediginin kaniti. Ayni zamanda fotografcinin dunyayi bu konuda fotografiyla (sozde) uyarmasinin zerre kadar etkili olmadiginin insanlarin bunlari gordukten sonra icimdeki rakun kadar tepki gosterdiklerinin kaniti. Bunu da gururla yayinliyor, izliyoruz.

Tuesday, February 13, 2007

Hayirdir insallah

Elimde pala gibi bisey var. Birkac kisiyle tarlalarin arasindan sehre dogru kosturuyoruz. ic savas var galiba. Tarlalarda calisan adamlara el salliyoruz. Bes alti kisiyiz. Ben hangi taraftan oldugumuzu bile bilmiyorum. Direniscilerin tarafinda miyim yoksa direnis yapilanlarin tarafinda miyim? Ama benim butun bunlarla hic bi ilgim yok ki. Ikisi de benim icin ayni. Sadece olmek istemiyorum. O yuzden elimde pala var. Ama oldurmek te istemiyorum. Hatta dusunemiyorum bile bu seyle birine vurdugumu, aklima gelmiyor, gelemiyor. Ne ariyorum ben burda? Eve gitmek istiyorum. Yanimdaki herifin elinde orak gibi bisey var. Cok heyecanli, bi hedef bulsa saldiracak gibi gorunuyor. Ne ariyorum ben bu herifin yaninda? Nasil oldu da buraya geldim. Kardesim nerde? Aklim kardesimde kaliyor. Dumanlar geliyor ilerilerden. Sonra saman yigini gibi birseye yaklasiyoruz. Sehri gorebiliyorum. Yikilmis binalar falan var. Birsuru insan kosuyor. Eve gitmek istiyorum.

CUT (Ruya burda baska bir sekansa geciyo)

Ayni atmosferdeyiz - Ic savas. Bu sefer evdeyim. Gece kotu bir ruya gorup uyaniyorum. Apartman gibi bi yerde yasiyoruz. Bizim kardesimle bi odamiz var. Apartmanda birileri bizden nefret ediyor. Ben sebebini anlamiyorum. Cunku sebebi yok. Bu yuzden sebebiyle hic savasamiyorum. Cok korkuyorum. Cunku birsey yapamiyorum. Cunku sebebi yok. Para versem, bi is yapsam naparsam yapiym sebebi olmadigi icin ortadan kalkmayacak. Savasmak da istemiyorum cunku cok korkuyorum. Cunku cok vahsiler. Ic savas ciktigindan beri hicbir otorite kalmamis. O yuzden daha da korkuyorum. Her an birseyler yapacak gibiler. Ben naapabilirim bilmiyorum. Tek bildigim dovusemiyorum, savasamiyorum. Kacmaliyim belki de kardesimi alip. Neyse tuvalete gidiyorum bunlari dusunurken. Odadan disari cikar cikmaz yerde kediyi goruyorum. Kedinin kafasini koparmislar. Her yer acayip kan olmus. Naapicagimi sasiriyorum. Sabah kardesim uyanip gorurse bunu cok korkar, panik olur. Hemen tum koridorlari temizlemeye karar veriyorum, pecete falan bulmaya calisiyorum. Bu durumdan nefret ediyorum, korkmaktan nefret ediyorum...

Sonra uyandim. Acayip kufrettim, nefret ettim bilincaltimdan. Bok var boyle seyler gostertecek. Izlemicem kardesim bi daha film falan. Hotel Rwanda'yi izledim boyle oldu. Bu aralar her gece kabus goruyorum. Hep kotu seyler oluyor. Bilincaltim sagolsun hayattaki en buyuk korkularimi bir bir yasatiyor. Beynin ruya goren kismini aldirmak istiyorum. Essolessek.

Wednesday, February 07, 2007

Cank mail

Ya deliricem. 3 tane mail adresimden ikisine inanilmaz sayida cank mail gelmeye basladi. Her gun kisisel e mail adresime en az 40 tane, yahoo ya da artik sanirim 90 tane falan junk mail geliyor. Bu junk mailler konu itibariyle baya birlik icerisindeler.

Ornegin aylardir, basvurmadigim bir kredinin bana ciktigini, birsuru paranin beni bekledigini usenmeden e-mail atan bir yazilim var. Bu yazilimin sahibinin tum bu surecten ne kari var bilmiyorum. Mailleri okudugum zaman iclerinde birkac paragraf yazi oluyor. Bu yazilar oyle sacma sapan ki anlatamam. Sonunda da bir link oluyor (hic tiklamadim ben bu linklere).
Bir grup e mail cinsel hayatlarinda mutsuz insanlari somurmek uzerine yogunlasmis (ki sanirim bunlar cogunlukta) oramizi buramizi buyutmeler, ucuza Viagralar satmalar, webcam imi actim beni izlemek istemez misin diyenler... Baska bir grup bize borsayla ilgili en gizli tuyolari veriyor ve de zengin olmamiza cok az kaldigini soyluyor. Rolex satanlar, sahte rolex satanlar var... Bazen bir Aurelia ya da Jennifer, "hi" "hello" "Let's meet" konulu mailler atiyor. Yine de en sevdiklerim "tebrikler 1 000 000 avro kazandiniz" baslikli e mailler. Altlarinda gercek gibi gorunen email ve telefon bilgileri var. Insani 10 saniyeligine cok mutlu ediyorlar. Sonra google dan arattirarak junk oldugunu anliyoruz.

Bunlarin nasil olduguyla ilgili cok bilgim yok. Ama yine de birgun bitakim uzuvlarimin boyunu buyutmemi tavsiye eden bir e-maile "kardesim sizin isiniz gucunuz yok mu" diyerek cevap attim. (Aslinda daha cok kufurden olusuyordu benim mail. Kendi kendime desarj iste.) Bu is icin kullandigim sirketin e mail seytani (herneyse...) oyle bir email adresi olmadigini soyledi. Zaten bir yazilim tarafindan atildigi belliydi e mailin. Yine de birilerinin kufurlerimi duymasini cok isterdim.

Yani her ne satiyorsaniz alayim ama su emailleri durdurun be kardesim. Sizinle mi ugrascam. Artik hepsini secip siliyorum. Gecenlerde aralarda silmemem gereken bir maili de silmisim. Cop kutusundan geri cikardim. Kimbilir kac tane siliyorum oyle.

Thursday, February 01, 2007

Icimdeki prenses

yaptigimiz dizideki karakterlerden biri prenses. bi sahneye ozendigimden butun prenses sahnelerini bana verdiler. neyse yaptim. gonderdik. sonra bunu izleyen kokona psikolog komitesinden soyle yorum geldi:

prensesimsi olmamismis, daha buyulu, daha siirsel, daha zarif prenses olmasi gerekliymisss.

simdi once psikologlardan bahsetmek lazim. 3 tane kokona kadin bunlar. sirin mi sirin, sevimli mi sevimli bir hayatlari var. dizinin de gayet sevimli olmasini istiyorlar. boyle sirin sirin, kucuk kucuk cocuklar sevimli hikayeler yasicaklar vs... senaryoyu 40 yasinda evinde barbi bebek oynayan bi psikolog yazarsa boyle olur. pembe kalp seklinde yastiklari oldugundan eminim.

yonetmen bunlardan aldigi gazla bana gelmis diyo ki "icindeki prensesi ortaya cikar, daha kizsal, daha feminen ve buyulu olmali hareketler".

ben metalciyim. Metallica ve Megadeath le buyudum. Iron Maidenin cogu sarkisini biliyorum (ki cok fazla var). Siyah giyerdim lisedeyken.

Is basa dusunce icimdeki prensesi cikarmak zorunda kaldim. once sihirli degnek buldum bi tane. studyoda saga sola kosturmaya, dans etmeye, ve prenses gibi oynamaya basladim. herkes garipsiycek sandiysam da anlayisla karsiladilar. ozellikle prensesi, prenses olarak buyumus kokonalara yutturmak zorunda oldugumu bildiklerinden. sonra aynaya gidip hayatimin en prenses pozlarini yaptim, onlari kagida cizdim. geri donup bir 8 saat daha blokiladim animasyonu, sonra overlapleri falan ayarladim. Hala super akici degildi. ama zamanim bitti. yonetmene gosterdim. tamam dedi. yine gonderdik.

korkuyorum. kokonalar yutmazlarsa... gerci onceki yaptigima bi daha baktim. prenses gercekten "adam" gibi hareket ediyor oncekinde. yani son yaptigima kiyaslarsam. Icimdeki prenses aciga cikmis biraz.

Thursday, January 25, 2007

Hoh hoh hoyyy

Ay ben de yururken niye bacaklarim usudu diyorum. Bir de baktim ki internetten -26 dereceymis disarsi.

Sunday, January 21, 2007

Dusundum de...

Insanlar hayatin ne kadar degerli oldugunu anlamiyorlar.

Lisedeyken kimyaci Okkes tahtaya soyle yazmsti derslerden birinde.

Atom + Atom -> Molekul-> Amino Asit-> Protein + "?" -> Hucre->Doku->Organ->... ->Insan

Soru isaretini kimsenin bilmedigini de eklemisti. Bosversene demistim. Sonra bi ara soru isaretini buluruz demistim siraya kalem ucuyla kazidigim "Metallica" nin detaylari uzerinde calisirken.

Simdi yillar sonra o soru isaretini baska bir duzlemde ariyorum. Hem de tum gucumle. Soru isareti animasyonda kucucuk ayrintilarda gizli. Ama cok fazla var bu ayrintilardan. Bazen bu isin tanrilarinin yaptiklari islere bakiyorum. Ve goruyorum ki goz kirparken bir goz harekete onderlik edebiliyor. Bir karelik bir fark var orada. Saniyenin 24 te biri. Herangi bir karede biraz daha az estetik bir resim var mi diye bakiyorum. Her kare ayni estetik guzellikte. Biraraya geldiklerinde de ayni guzelliklerini koruyorlar. Hareket ediyorlar. Yasiyorlar. Nefes aliyorlar ve soylemek istedikleri seyi anlatiyorlar.

Ayni seyi ben yapmaya calistigimda, bittikten sonra bakiyorum. Sayilar, denklemler, ve bilgisayar modelleri goruyorum. Ama hayat goremiyorum. Makine orada ve olu. Oyle gozumun icine bakiyor. Mekanik mekanik. Fizik bilgim onu hayata getirmeyi basaramiyor. Soru isareti baska turlu bir his gerektiriyor. Belki zamanla deneyerek ve yanilarak ve gozlemleyerek bir gun o soru isaretinin iluzyonuna yaklasabilirim. Simdilik sadece uzaktan soru isaretini bulanlara bakabiliyorum.

Dunyada soru isareti iluzyonu yaratabilirseniz cok zengin ve unlu olabilirsiniz. Ama bunlarin hicbiri onemli degil aslinda. Orada daha buyuk bir tatmin var. Yasayan birsey kadar iletisim kurabiliyor animasyon. Bazen daha da fazla. Orada "hayat" in ta kendisi olusabiliyor. Daha once bahsettigim acayip detaylari farkedecek kadar zekiyse insan tabi. Bence Glen Keane, Bobby Beck, Walt Disney ve 9 adami, ve birkac kisi daha o gozle gorebilmeyi basarmislar. Yoktan "Hayat" olusturabilecek kadar zekiler. Gerisi safsata.

Bence bizim amacimiz bu. Dunyaya hayat getirmeye, ya da onu korumaya geldik. Herkes bunun icin geldi. Bilim adamlari deneyler yaparak, ilaclar gelistirerek yapiyor bunu. Gida muhendisleri saglikli besinler uretiyor, modacilar, insanlari giydikleri zaman mutlu edecek kiyafetler yapiyorlar.

Hayatin iluzyonunu olusturmaya henuz cok az zaman ve emek harcamis birisi olarak bile ne kadar zor oldugunu gorebiliyorum. Soru isaretini hayatlari boyunca arayip bulamayan insanlar var. Bazilari ise erkenden bulabiliyor. Buna kendi hayatlarini harciyorlar insanlar. Ve gercekten de bu o kadar degerli aslinda. Hayat olusturmak bu kadar zorken, yoketmek o kadar kolay ki. Bir gazeteciyi daha oldurenlerden sonra yine ortalik karisti. Bunu yapan insan, "hayat" i yokettiginin bilincinde olsa, yasayan birseyin ne kadar degerli oldugunu bilse, biseyleri yasatmak icin, hatta yasiyor gibi gostertmek icin bile ne kadar fazla emek ve zeka gerektigini anlasa, acaba yine yapar mi? Bu insana gercekten anlatilabilir mi "hayat" in ne kadar degerli oldugu? Nasil anlatilir? Hayati geri getiremiyoruz, yeniden uretemiyoruz. Birtur mucize o. Bir yerlerde varsa eger, onu korumak yerine oldurmeyi nasil oluyor da secebiliyoruz.

Naapsam ya?

Saturday, January 20, 2007

Hah hah hayyy

Ben de bugun ev niye soguk diyorum. Isiticiyi kokledim simdi. Bir de baktim ki disarsi -12 dereceymis. Hatta feels like -18 yaziyor. Hah hah hayyy. Cok sapsalim.

Gecen hafta is yerinde calisanlar tarafindan bir e-mail bombardimanina tutulduk. Konu kuresel isinma, greenhouse effect gibi seyler ve artik cok korkmaya baslamamiz gerektigiydi. Bilim adamlari uc bes senedir hic durmadan "sictik... var ya boku yedik..." diye bas bas bagiriyordu zaten. E anca...

Gercekten bilim sitelerine girip baktikca ve bu konuda okudukca (internette milyon tane referans var) gokyuzu ve iklimlerin son zamanlarda ne kadar hizlanarak degistigine inaniyor insan. Dunya sicakligi 1 ila 2 derece arasinda oynamis mesela (bunun bilmemkac yuzyilda bir olabildiginden bahsediyorlar). Biz de bu kis ocagin ortasina kadar neredeyse Antalya kisi gibi hava var idi. Ben o aralar gercekten korkmaya baslamistim. Cunku gecen sene bu zamanlar kicimiz donuyordu. Neyse sonra gercek soguklar basladi. Biraz daha normale dondu hava. Hayir soguklari sevdigimden degil ama iste hersey yolundaymis gibi.

Bu aralar sunu dusunuyorum. Kuresel isinmaya hazir miyim?

Sonucta kuresel isinma kacinilmaz. Ne Cin ve Hindistan ne de Amerika dunyayi kirletmek konusunda geri adim atmaya yanasmiyorlar. Bu ulkelerden Amerika, Recycling falan gibi safsatalarla insanlarin kafalarini biraz rahatlatip kendilerini daha az suclu hissetmelerini sagladiktan sonra altalarina SUV leri dayiyor. Kartonlari karton kutusuna, plastikleri plastik kutusuna atan bilincli ve duyarli cevreci(?) V8 silindirli kamyonunda gaza basiyor.

Bunun yaninda benim iki aydir uzerinde calistigim Cin-Hindistan savasi plani da bu aralar cok iyi gitmiyor. Butun Hintli arkadaslarima Cinlilerden nefret etmeleri gerektigini anlatmaya calisiyorum. Cinlilere de bir tur Hint nefreti saldim ki cocuklari gerekli savasi baslatabilsin en azindan. Cunku genelde Hintliler Cinlileri ve hatta yemeklerini seviyorlar. Ornegin Hintlilerle Pakistanlilari savastirmak cok kolay (Ingilizler onceden altyapiyi hazirlamis) Ama Hintliler bazen Cinlilerle birlik olmak istediklerini bile soyluyorlar ve benim dunyayi kurtarma planlarim boylece suya dusuyor. Hayatimin ilerleyen donemlerinde insanlarimizin rahat bi sekilde yasamalarini saglamak ve dunya uzerindeki kaynaklarin somurulmesini engellemek icin bizzat Hindistana gidip bu savasi baslatmam gerekecek sanirim. Biri 1.4 milyar oburu 1.2 milyar insan... Nasi temizlencek bilmiyorum bu dunya... Amaaan bi bu eksikti. Zaten su aralar mesleki kabizlik yasiyorum. Yaptigim hic bi is "yasamiyor"...


Her neyse sonucta kendimi Kuresel Isinmaya psikolojik olarak hazirlamaya karar verdim. Cunku bu da yeni yil, dogumgunu, ya da yiyeceklerdeki kanser yapan maddeler gibi kacinilmasi imkansiz bir surec. Bu durumda zevk almayi ogrenmemiz gerekiyor. Kuresel isinmanin iklimleri, bitki ortulerini ve hatta hayvanlari degistirecegini, belki bazilarinin nesillerini tuketecegini ama bazi olmayan hayvanlarin ve bitkilerin de evrimlesip "ol"malarini saglayacagini umut ediyorum. Bu durumda cok eglenebiliriz. Yasadigimiz yerlerde yeni yeni hayvanlar tureyecek mesela. Sonra dunya isinip kutuplar eridigi ve sular yukseldigi zaman heryer deniz, ve hava da cok sicak olacak. Bu bizim "yaz" dedigimiz sey. Belki de hayatimizin orta-sonrasi yaslarinda hic bitmeyecek bir yaza girecegiz. Mmmmmm. O kadar da kotu degil. Keske "yaz" gelmeden emekli olabilsem. Emekli maasimla bi yelkenli alip, butun "yaz" ver elini o deniz ver elini bu deniz (artik kara olmayacak sanirim pek) gezer dururuz arkadaslarla. Balik tutar balik yeriz.

Iste gordum mu? Kuresel Isinma o kadar da korkulucak bisey degilmis. (Kendi kendimi ikna etmeyi basardim sanirim. Herkes benim kadar saf olsa keske.)

Herneyse. Simdi -12 derecede sokaga cikip alisveris yapmak zorunda ve de kuresel isinmaya psikolojik hazirligini bitirmis bir insan olarak sabirsizlikla bekliyorum. Keske ogleden sonra gelse "yaz" da carsiya ciksam... Hah hah hayyy.

Saturday, January 13, 2007

Bes parmak

Bugun butun gun bunu dusundum. Neden 5 parmagimiz var? Neden 4 ya da 6 degil? Birseyleri tutmak icin aslinda iki parmak yeterli. Basparmak ve bir tane daha parmak. Ama bizde 3 tane daha var onun disinda. Daha iyi kavramak icin ise 2 tane ekstra yeterli. Ama nasil olur da 5 olur anlamiyorum. Yani 5 asal sayi, cift sayi degil, diger sayilar gibi simetriye uymuyor vs...

Internete baktim. Kimileri tanri oyle yaratti, kimileri doga oyle yaratti diyor. Doga nasil oldu da 5 e karar verdi. 4 te yetiyordu. Evrimde 4 parmaklilar neden elendi ki? Ayni sekilde tutamiyorlar miydi? Kemikler oyle mi gelisebildi. Ya da tanri icin 5 le 6 nin farki neydi? Yani biz 6 parmakli olsak dunya nasil degisicekti?

Tatmin edici cevaplar bulamiyorum...

Thursday, January 11, 2007

Basketbol

Ortaokuldayken NBA hastasiydik. Uc ya da dort kisiydik. Sanirim 1 sene falan surdu. Arkadaslarimla basket oynar basket konusurduk. Ben yardimci oyuncuydum. Asil fanatik olan Onur'dur. Biz Amerikanin bilmemne eyaletinde onlara gore bir aksamustu bize gore ise cumartesi sabahi saat 4 te oynanan NBA maclarini canli izlemek uzere saatleri kurardik. Star 1 televizyonundan yayinlanan NBA maclarini Onur paso videolara kaydederdi. Beraber bulusup izler Jordan nasil smac yapiyor agir cekim izlerdik. Murat Muratanoglu gibi Amerikan aksanli Turkce konusur, Carlz barkliiii diye bagirirdik basket atinca. Onur ve biri daha (ki adini bile unuttum) butun takimlarin butun oyuncularini bilir, yilda ortalama kac sayi atiyorlar, ya da kac top caliyorlar, hepsini bilirlerdi. O zamanlar mahallede her aksamustu bulusulur ortalama 3 saa (yuh) oynanirdi. Mac yapilir, 9 aylik oynanir vs...

Toronto sokaklarinda "yerli"lerle basket oynamaya basladigimda kendimi rahat hissettim bu yuzden. Eskiden cok gerilirdim maclarda. Asla takimlarda oynayamazdim. Hata yapicam da takimin kaybetmesine sebep olucam diye. Hic tanimadigim 9 adamla ilk defa burada cift saha sokak maci yapabildim bir sekilde. Cok cekismeli ve heyecan doluydu. (Baslarda baya bi kendin guven sorunu yasadim ama sonra gercekten iyi oynadigima karar verdim. Ben kendime guvenince ustume gelemediler, iyi oynadim bekledigimden 11 sayidan 3 unu ben attim eheh. Futbol konusundaki kazmaligim baskete yansimamis allahtan...) Bu arada sokaklarda assagi yukari bizim oynadiklarimiza yakin oyunlar oynandigini gordum. Mesela bizim oynadigimiz 9 aylikta birisi ebe secilir, potanin altinda dusen toplari toplardi, digerleri belli yerlerden sirayla sut cekerlerdi. Sonuncu adam atamazsa ebe olur pota altina gecerdi. Atan bir daha atardi. 9 aylik olan (9 tane basket yiyen) oyundan cikar, en son kalan kazanirdi. Burada ise "Amerikan" diye bir oyun var. Oyunda herkes tek ve gayet bencil (Oyunun Isminden olsa gerek). Bildigin basket oynuyorsun ama herkes sana savunma yapiyor ayni anda. Yani birini gecince oburuyle
savasiyosun. Herkesin tek tek skorlari var, 11 e ilk ulasan kazaniyor. Ilk ciktigimizda gotumuzu kaldiramadigimiz icin bunu oynamistik (Maclar cok cekismeli oluyor - acayip kosuyosun).

Herneyse, asil anlatmak istedigim sey, o zamanlar agzimizin sulari akarak televizyondan izledigimiz maclardan birini daha yakindan gorme firsatim oldu. Atlanta Hawks - Toronto Raptors macina Racho ucuza bilet buldu. 20 kafa. Normalde en arka siralar falan 30 - 40. gerci ben yine en arkadaydim. "Fakir"lerle beraber. Tiklim tikis stadyumda yanimdaki insanlarin cogu ya zenci ya uzun sakalli ya da dovmeliydi (ve de bunlarin tum kombinasyonlari). Oturdugum yer cok yukaridaydi. Ama saha o kadar net gorunuyordu ki. Hayret ettim. Sanki cok yakinmis gibiydi.

Bu spor aktivitesi (diger herseyde oldugu gibi) amacindan sapmis ve yine bir eglence ve tuketim pazari haline donusmustu. Her saniyesi birseyler satan, bir tur eglence sunan bir sirket gibiydi. Basketbolu 4 tane 12 dakikalik ceyrek halinde oynayan sistem gerekli tuketim icin mukemmel zaman bosluklari sunabiliyor. Bir koltuga oturdugunuzda gorsel olarak basket sahasi ve izleyenlerin disindaki hersey (ama hersey) reklamdi. Yanip sonen isiklar ve panolar her yerdeydi. Bunun disinda 3 katli sahanin her katinda bir McDonalds, bir Harvey's bir Pizza Pizza bulunmakta, ve bu yerler inanilmaz is yapmaktaydi. (Demek ki sadece oyunlar sirasinda yapilan alisveris tum bu dukkanlari acmaya yetecek ticari basariyi sagliyor.) Kucuk aralar - ornegin molalar bile inanilmaz alisverislerin ve reklamlarin yapilabilecegi bosluklara donusmus. 30 saniye icinde spontane bir sekilde bir insan nasil reklam yapabilir tahmin bile edemezdim. Ornegin bir molada seyircilere kocaman plaj toplari attilar. Bunlara vurarak devamli havada gezinmesini saglayan seyircilere birden "tutun" diye bagirdilar. Toplar elinde kalan seyirciler arasinda cekilis yaptilar ve kazanana 700 dolar verdiler. Bu kazanan adam "genc is adami" kilikli zaten baya bi zengin oldugu anlasilan, onlerde oturan bir adamdi (oralarda biletler 80 - 100 dolar). Bunu goren biz fakirler zaten plaj toplari bize yukarilara hic ulasamadigi icin deliler gibi yuhlamaya basladik. Ben de yuhladim. Ordaki "fakir" kardeslerimle bir butun olduk. Tek yumruk halinde.

Pon pon kizlar hic de "liseli" degillerdi. Profesyonel dansci olduklarini dusunuyorum. Yaptiklari hareketler acayip zor ve hizliydi. Kocaman ve bicimli hacimler kaplayan kitlelerin bu kadar hizli hareket edebilecegini hic dusunemezdim. Yakinlarinda olsam ve bana carpsalar orami burami kirabileceklerini hissettim.

Sonra bitti. Kolalarimizi, pizzalarimizi, ustunde resimler olan bardaklarimizi, ve sapkalarimizi aldik (Ben almadim.). Gecelik eglencemizi yasadik. Evimize postalandik. Geriye eskiden saat 4 lerde kalkip izlenen NBA maclarinin anilari kaldi. O zamanlar yasadigim heyecan ve tat buruk bir huzun oldu bende. Beklemis sarabi icmeye calisirmis gibi hissettim kendimi, dudaklarim buzustu, icim kamasti...

Thursday, January 04, 2007

Tam metal simyacisi

Hiromu Arakawa

Japon.

Buldugu seyler beni dehsete dusuruyor. Full Metal Alchemist diye bir manga-anime serisinin yazari. Ona gore:

Evrenimiz "deger"lerle dolu. Simyacilar bu degerleri birbirlerine cevirebiliyorlar. Yere bir cember ve bir takim ucgenler ciziyorlar. Gereken malzemeleri bu cemberin icine koyuyorlar ve sonra "transmutasyon" yapiyorlar. Isiklar cikiyor ve o malzemelerden bir nesne olusuyor. Mesela bardak kirilmissa kirik parcalari ve biraz topragi yere cizilen cemberin ortasina koyuyorlar, o cembere dokunup isiklar cikarttiraraktan bardagi eski haline donusturuyorlar.

Cok onemli bir kural var. Eger bir deger olusturmak istiyorsak her zaman esdeger birsey kullanmak zorundayiz. Hicbirsey yok yerden cikmiyor. Yeterince tahta olmadan sandalyeyi uretemiyoruz.

Bu hadiseyi canlilara uygulamak yasak ve tabu. Ama iki tane cocuk bu hadiseleri biraz ogrendikten sonra annelerini geri getirmeye karar veriyorlar. Insan vucudunun icindeki tum elementleri ozel bir cemberin icine koyduktan sonra transmutasyon yapmaya basliyorlar. Tam ortasinda koyduklari maddelerin "es"deger olmadigini anliyorlar. "Hayat" sadece malzemelerden olusmuyor ve hayata esdeger birseyler koymadan "hayat" uretilemiyor. Bunu olayin ortasinda anlayan "Full Metal Alchemist" ler o anda panikle hicbirsey yapamiyorlar. Transmutasyon cemberi birinin "can"ini yutuyor. Digeri oburunu geri getirmek icin kolunu ve bacagini cembere yediriyor ve de kardesinin ruhunu bir teneke zirh icerisine yapistirmayi basariyor.

Anladigim kadariyla boyle. Bu ilk bolumde var zaten ondan sonra asil hikaye basliyor. Sonra bu iki eleman vucutlarini geri getirmek icin bir yolculuga cikiyorlar. Diger tum kavramlarla oynamislar. Ama cok yaratici bir sekilde. 51 bolum indirdim. Devamli izliyorum. 30 a geldim. Hic durmadan. Super surukleyici. Heyecan ve eglence had safhada. Bir bolumu kapatip digerini aciyorum. Haftada bir yayinlaniyor olsaydi heralde dayanamazdim. Agzimdan kopukler cikarak bayilirdim.

Monday, January 01, 2007

Alis-Veris

"It's new.
It's you.
It's everything.
It's nothing"

Yaziyordu pankartlarda. Bu magazanin bu yaklasimina hayran oldum. Londra'nin en buyuk giysi magazalarindan biri sanirim. Bu ve buna benzer bir takim "sozde" tuketim karsiti pankartlar tavanlardan sarkarken, yarim metre assagidan agizlarindan salyalar akarak bluz denemeye calisan kadinlar ordusu deneme yerlerini isgal etmislerdi coktan. Ordu sadece o magazada degil tum Oxford Circustan Picadilly e kadar yayilmis, son kalan indirimleri topa tutuyorlardi. Sokaklar belli basli magazalarin torbalariyla doluydu.

"I shop.
Therefore I am."

Kisa boylu bir kadin askilardaki bluzlere ulasmak icin beni ittiriyor. Bunu hic onemsemiyor bile. Ozur dilemiyor ya da geri donmuyor. Ben, O'nun icin bluzlerle arasinda kalan bir et yiginiyim. Beni gecmek ve askilardaki bluzleri denemek onun en dogal hakki ve icgudusu. O an birisi eline bir pala verse eminim onundeki et yiginlarinin hepsini yagmur ormanlarina dalan bilim adamlari gibi bicerek ilerler. Erkek oldugum icin benden daha da nefret ediyor olmali. Kadinlarin orada olmalari gayet dogalken erkekler sanki orada olmayi haketmiyorlar. O yuzden beni ittirmekte hicbir sakinca gormuyor ve de bluzlere akiyordu, orada eriyor, ozune karisiyordu...

"You want it
You buy it
You forget it"

Ayni tur giyecegi deneyen kadinlar arasinda ortak bir dil var. Bir tur iletisim, bir tur sicaklik var. Denerken birbirlerine bakiyorlar, birisinin uzerinde gordukleri baska bir kiyafet bir anda ilgilerini cekiyor. Ornegin bir ceket kisa gelmisse ya da bir kucuk bedeni kalmamissa birbirleriyle paylasiyorlar, birbirlerine destek oluyorlar. Hep beraber uzuluyorlar, kiziyorlar ya da seviniyorlar. Bu bakimdan alisveris sadece musteri ve mal arasinda kalmaktan kurtuluyor, bir tur iletisim haline geliyor.

"Buy me!
I will change your life"

Bir sure sonra o kadar fazla yer gezmis ve o kadar fazla giyecek gormustum ki artik ayird edememeye basladim. Ornegin bazi renkler benim icin ayniydi, bazi kumaslar ya da modeller bana muz kabuklarini cagristiriyordu. Devamli bir "deja vu" hissiyati icerisinde, sevdigim kiza "buraya daha once gelmemis miydik?" diye sormaya basladim. Benim icin orasi ayni yerdi. Sadece bazi harfler-sayilar ve bazi dugmeler ya da fermuarlar degisiyordu. Geri kalan hersey ayniydi. Arasira gercekten degisik seyler goruyordum. O zaman onlari anlamaya calisiyor, deniyor, denetiyordum (ornegin rob gibi birsey denedik, ama kollari nerden cikiyor karar veremedik ve bulamadik). Ama onun disinda bir elbiseler girdabi icerisindeydik. Tuketim cok hizliydi. Mallar bitiyor ve aninda yerlerine yenileri asiliyordu. Butun hersey birbirine karismisti, herkes denedigini orada bir yere asiyordu. Kiyafetin cinsi cok onemli degildi. Gomlek de olsa, etek de olsa, her ne olursa olsun oraya asilan hersey o fiyata aliniyordu.

Kiyafet deneyen insanlar denizinde birbirimizin elinden tutarak ilerlemeye calistik. Elbise girdaplarina kapilmamak icin savas verdik. Yine de sevdigim kiz tum elleri doluyken ve butun cantalari tasirken ayni anda bir yerlerden bir el cikararak askilari karistirabiliyordu. Bir an icin Onu ne kadar baglarsak baglayalim bir yerlerden bir el cikararak askilari karistirabilecegini dusundum. Hatta oradaki adamlari toplayip 5 kisi onu simsiki tutsak bile bir yerlerden o eli cikarip askilari karistirabilecegini anladim. Bu bakimdan iki eli bos olan benden cok daha verimli bir sekilde alisveris yapabiliyordu.

Iki gun suren kiyasiya savasimizin sonunda ben bir kot pantolon, o da sik bir ceketle bu indirim furyasini atlattik. yillardan sonra kot pantolonum olmasi bana garip geliyor. lise 2 de birakmistim en son kotumu. simdi onlarca pantolon denemis bir insan olarak eni boyu kac numara pantolonun bana oldugunu biliyorum. bu bilgiye onlarca pantolon deneyerek ulastim. bazilari kicima girmedi bile. hayatima giren en son seylerden birisi de pijama. cok rahat bir pijama alti buldum ve aldim. Melekler sehrinde adam kucuk kiza "hayattayken en sevdigin sey neydi" diye sordugunda kiz "pijamalar" diyordu.