Saturday, April 29, 2006

"Funny shit man... Really funny shit!"

dedi yavaş yavaş uzaklaşırken. Arkasını döndü. Yürümeye başladı. Sonra durdu. Tekrar geri döndü. "Really funny shit" dedi. "Thanks" dedim. Yürüdü gitti. Herkes - ben de dahil olmak üzere - aval aval baktık arkasından.

Steve Hunter bu adam. Pixar'ın supervisor animatörlerinden biri. Incredibles'ta animation director lerden birisiydi. Dünyanın en iyi 20 30 animatöründen biridir heralde. Bıdık gibi bi adam. Devamlı hareket halinde, hafif tombik, kafası kel ama bi tutam saç tam ortadan çıkıyor huni gibi. Sırtçantasını alıp iş aramaya nasıl Amerika'ya gittiğini anlattı. Bir kısmımızla konuştu. Sınıfın zıpırı ondan kritik almayı başardı. Sonra gitti.

Cok yorgun oldugumdan yazamadım bugun. Ama cok sey oldu arada.

Monday, April 24, 2006

Felekten bir gün

Hocanın bana verdiği gitarı ona geri vermem gerekiyor yakında. Dolayısıyla geceleri eve gidince çalacak birşeyim kalmıyor. Hmm ne yapmalıyım bu konuda. Acaba flüt falan mı alsam. Ya da mızıka. Geceleri müziksiz çekilmez. Günün yorgunluğu nasıl atılır. Bir süre sonra sırt çantamı alıp yola çıkacağım. Zaten çok heyecanlı bir durum bu. Gittiğim yerlerde geceleri naaparım acaba... diye düşünmekteydim.

Ve sonra birisi çağırdı beni. Dışarı bir çıktım ki.

Ve sonraaa.



Öheee. Bana bunu almışlar. Küçük gitar. En az büyüğü kadar ses çıkarıyo. Sapık bişey. Çok rahat. Üstelik küçücük. Yani tam sırtçantasına tak, istediğin yere git, çal çalabildiğin kadar... Çalması çok zevkli.


Resimde gördüğünüz sapıklarla biraz takıldım. Sonra odama gittim ve gitarı kurcalamaya başladım.


Çok şanslı bir insanım bea. Nası oldu bu şeyler. Mahcup oldum acayip. Çok sevindim. Artık geceleri çalıp söylemeye devam. Heyooo.

PS: Merak etmeyi yarın traş olucam.

Sunday, April 23, 2006

Çekirdek ve Zaman

Bizde çekirdek zamanla ölçülür. Örneğin kabak çekirdeği, ay çekirdeği (tuzlu, tuzsuz, yanları beyaz olan vs...) bitmeye yaklaştığında aramızdan birisi "Eyvah 20 dakikalık çekirdeğimiz kalmış" der. Ya da bakkala gidip "2 saatlik çekirdek" alırız.

Çekirdeğin ne kadar süreceğini hesaplamak kolay değildir. Temel formülü kullanırız:
Çekirdek Miktarı = t(zaman) X Yiyici Hırsı . (Bunun yanında çekirdeğin yiyici ağzına olan uzaklığının da etkili olduğuna tanık olmuşumdur.) Formülü iyi uygularsanız her zaman kazanırsınız. Örneğin dolmuş bi avuç çekirdek sonra gelebilir ya da parka ulaştıktan sonra güneş batana kadar bir cep çekirdek zamanımız olucak.

Dün birisi plastik bir kap içinde çitlenmiş çekirdek aldı. Zaman kavramımde derin hasarlar oluştu. Önce inceledim. Çitlenmiş, sadece çekirdeğin içi olan bir kutu düşünün. Üstelik tahminlerime göre insan tarafından çitlenmemiş (hiç salya yoktu). Ben hemen (Nike ın falan 3. dünya ülkelerinde yaptığı gibi) bir firmanın fakir insanları alıp kitleler halinde çekirdekleri çitleyip içlerini yememe işkencesine tabi tuttuğunu varsaydım. Kendim denemişliğim var. 15 kadar olunca dayanamayıp hepsini yedim. Zor iştir. Ya da küçük bir psikopat yaratık üretip, genetik teknolojiyle salyalarını aldırıp elektrikle eğiterek çekirdekleri çitleyip içlerini üretim bandına atmalarını sağladıklarını düşündüm. (Ya da endüstriyel tasarımcılar sonunda çekirdek çitleme makinesi üretmiş olabilirler mi? Ama bu çok düşük ihtimal.)

İlk avucumu hap diye yuttuktan sonra arkadaşımda dehşetle dönüp "az önce yarım saatlik çekirdek yedim" dedim. Hiçbişey anlamadılar tabi.

Thursday, April 13, 2006

Worst Person Shooter

İnsanların internet yoluyla karakterleri canlandırdığı üç boyutlu oyunlar var. Ortalama 500.000 kişi ayda 15 dolar kadar para vererek bir ay boyunca bir karakteri canlandırıyorlar. Karakterlerini eğitiyorlar, diğer karakterlerle savaşıyorlar, bir takım objeleri alıp satıyorlar. Güçleniyorlar zamanla, deneyimleri ve yetenekleri artıyor sanal dünyanın kuralları içerisinde.

Bu oyunların müptelası olan bir adam uzun süre oynamış ve çok güçlü bir karakter yaratmış. Bu süre içerisinde de diğer oyuncularla sosyal bir bağ kurmuş. Diğer oyuncular bu adamı seviyorlar. Sonra adam oyunu bırakacağını açıklamış. Oyun dünyasında da karakterinin ölmesi anlamına geliyor bu. Bunu duyan sevenleri ona veda etmek için biraraya geliyorlardı internetten izlediğim videoda. Third person Shooter tarzı bir oyun bu. Yani üçüncü kişi gözünden bakış, yani oyuncunuzun arkasındaki bir kameradan olan bitenleri izliyorsunuz, oyuncunuz dönünce kameranız da dönüyor vs... İzlediğim video oyundan direk olarak kaydedilmiş. Oyuncu koşarak bir göl kenarına ulaştı. Burada yaklaşık 50 60 kadar başka karakter sıraya girmişti. Oyunu terkeden adama veda etmek için ve iyi dileklerini sunmak için. Oyuncu da sıraya girdi.

Oyunun müptelası olan adam ve güçlü karakteri tam da bu sırada delirdiler. Beraberce oradaki 50 ye yakın kişiyi katlettiler.

Birden ortalık büyülerle ve ateşlerle falan doldu. Bazıları kaçmaya çalıştı. Oyunun müptelası olan psikopat bunları bizzat kovalayarak bir bir öldürdü. (Oyunda ölünce bir takım özellikleri kaybediyorsun ve baştan başlıyorsun)

Buradan çıkardığım ders insanın özünün kötü olduğu. Sosyal bir yapı içinde eğer baskı yapacak bir öğe yoksa insanın iç yüzü hızla ortaya çıkıyor. Bu oyunda diğerlerine zarar vermek kötü birşey sayılmıyor. Gerçek dünyadaki kanunlar, dinler ya da sosyal ahlak bulunmamakta. O zaman herşeyden özgür ve bağımsız olmak mümkün. Bu özgür ortamda insan davranış biçimi de böyle.

Yani birini öldürdüğünüzde din "cehenneme gideceksin" demediği ya da polis bizi hapise atmadığı sürece hiçbir suçluluk ya da acı çekmiyoruz. Bu durumda ben gerçekten hastalıklı ruhu olan özgür insanoğluna karşı dini ya da kanunları tercih ediyorum diyebilirim. Bu şeylere hep biraz uzaktan ve tiksintiyle baktım. Dogma ya da monarşiyi sevmiyorum, diktatörlerden haz etmem. Ama şimdi düşünüyorum da insan, kafasına vurulmadıkça sapıtıyor galiba. Tam emin değilim. Örneğin Hitlerin nasıl bir gerekliliği vardı bilemiyorum. Ama bişiyler var yani orda.

Tuesday, April 11, 2006

TV

Yan sınıftaki adam kanal D yi internetten izleyebileceğimi söyledi. Gerçekten de izlenebiliyor. Hemen heyecanla açtım. Geceyarısı magazini. Tamam çok eğlenceli. İlk birkaç haberi dinledim. Okan Bayülgen dalga geçti gazetecilerle. "Hadi arkadaşlar dağılalım" dedi. Sonra "Ayakkabıları çektiniz mi?" diyo... Sonra bir kadın çıktı. Bu kadınla bir restoranda röportaj yapmaya başladılar. Kadının kocası Sanem Çelikle basılmış. Her neyse adam sorular sormaya başladı aldatılan kadına. Kadın konuşmaya başladı. Derin duygusal travmalar yaşamış olduğunu belli eden sesiyle kendisinin ne kadar güçlü olduğunu anlatmaya çalıştı. Arkadaşlarıyla yemek yiyebileceğini, yeni sevgilileri olacağından falan bahsetti. Ama sesi herşeyi anlatıyordu. Kelimeler çok hızlı ve baskın bir şekilde çıkıyor ağzından. Psikolojisinin bir hayli bozuk olduğu kesin. Sanki rol yapıyor gibi. Ama ne kadar acı çektiğini hissedebiliyor insan. Ne kadar kızdığını ve intikam için her türlü şeyi (bu örnekte kendi psikolojisi sanırım) feda edebileceğini görebiliyor insan. Bütün bunlara rağmen ne kadar güçlü olduğunu, çıkıp yemeğe gittiğini ve hatta magazin basınına kendini kanıtlamaya çalıştığını da görüyor.

Ve sonra bomba soru geldi : "Kocanız ve Sanem Çeliğin gazetede yayınlanan şu fotoğrafları hakkında ne düşünüyorsunuz?"

Ben kapattım.

Bu kadının şu halini izlemenin o ana kadar ne kadar canımı yaktığını düşündüm. Sonra şu soruyu yanıtlamasını dinlemeye dayanamayacağımı anladım. Bu işkenceden korkunç zevk alan insan yaratığına olan yabancılığım biraz daha arttı.

Sanırım ana haber bültenini izlicem artık sadece.

Thursday, April 06, 2006

Render Sakalı

Böyle bir kavram var. Render sakalı diye. Animasyon bittikten sonra onu boyatmak gerekiyor. Bunun için de birçok işlemci gerekli. Boyatma işlemine render diyorlar. Bu dosyaları boyayan birçok işlemcisi olan bir sistem var, adı render farm (render tarlası)

Tam da tahmin ettiğim gibi birsürü insan gerçekten çok korkunç ve gereksiz ayarlar yaptı. Bu render tarlasını kitlediler. O zaman sınıftaki bilgisayarları gece kullanmak daha akıllıca birşey haline geldi. Ben de bunu yaptım. Ama bunun için de sınıfta kalıp onları yönetmek gerekiyor. Bir bilgisayarın işi bitince yenisini vermek gerekiyor. Başlarında durup onları tokatlamak gerekiyor. Bir yandan da eksikleri tamamlayabiliyorum. Bu süre içinde diğer uykusuz insanlarla karşılaşmak mümkün geceleri. Hatta onlara takılıp, uzun aralar da verilebiliyor.

Bir süredir o yüzden hiçbişey yazamadım. Sonra dün bu baharın ilk akşamüstü gezintisini yaptım. Hava sıcak değildi. Ama çok soğuk da değildi. Yürüdükçe çekilebilir. Ama durunca üşür insan. O yüzden yürüdüm devamlı. Sevdiğim yerlere gittim, ormanın derinliklerine. Sevdiğim saatler yakındı. Güneş batıyordu. Kuşlar ötüyordu. Herşey süperdi. Sonra bir ara gölgemi gördüm. Boyumu çok çok geçmişti.

İlkokula giderken arka mahallede bir mezarlık vardı. Süper bir yerdi burası. Ağaçlar ve çalılarla çevrili. Yerlerde hep papatyalar açar. Her zaman serindir. Eski bir mezarlıktı. Mezar taşlarının üstündeki yazıları okuyamazdım. Roma rakamları gibi şeyler yazıyordu. Zaten taşlar yerle bir olmuştu. Çoğu dağılmıştı. Ama ölü insanların toprağa kattığı hayattan mıdır nedir, orası öyle yeşildi ki. Çimler mükemmeldi ve herşey çok doğaldı. Çok güzel kokardı. Çamur ve çimen. Evden uzaktı. BMX imle(hastasıydım) 10-15 dakkada orada olabilirdim. Mezarlığın derinliklerinde bir tane çok kocaman ağaç vardı. Bu ağaç eskiden oradaki en büyük ağaçmıştı heralde. Sağından solundan birsürü başka ağaçlar çıkıyordu. Ama ortasında olması gereken en kocaman yer yanmıştı. Yıldırım düştüğünü söylemişlerdi. Neyse orası boştu. Ağaç kendisi büyülüydü.

Oradaki çocuklarla oynarken eve geç kalmıştım. Bir anda bir baktım gece olmuş. Sokak lambaları yanmış. İçimden bir ses "boku yedin" diyordu. Neyse bastım eve geldim. Tabii ki çok geç kalmıştım. Annem acayip kızdı. Çok merak etmiş doğal olarak. Özür diledim, zamanın nası geçtiğini anlayamamıştım ve ne zaman geri dönmem gerektiğini kestiremiyordum. Saatim yoktu. O zaman annem dedi ki eğer gölgen boyunu geçmişse geç kalmışsındır.

Ondan sonra bu benim zaman ölçme aracım oldu. Oynarken oynarken hep bir gözüm gölgemde oluyordu. Boyuma yaklaştığı zaman huzursuzlanıp endişeleniyordum. Ama tam olarak ölçemiyordum ki. Bazen acayip tırsıyordum. "Geçti galiba sıçtık" diye eve koşuyordum ama geç kalmamış oluyordum. Böylece oyundan 15-20 dakka kaçmış oluyordu. Sonunda toprağa ayaklarımın olduğu yere çizgi çizdim. Sonra gölgemin ucuna taş koydum. Sonra yatıp boyumla kıyasladım. Artık mükemmel bir şekilde ölçebiliyordum. Eve hep zamanında geliyordum. Heyoo.

Neyse sevdiğim yerlerde yürürken gölgemi görünce aklıma bunlar geldi. Gölgem boyumun iki üç katıydı nerdeyse. Eve dönme zamanı mıydı yoksa. Sonra hayatta en sevdiğim saatlerin güneşin gittiği ama ortalığın hala aydınlık olduğu saatler olduğunu hatırladım. O zaman bu tür çağrışımlar kurmanın saçma olduğunu farkettim. Bu hiçbişey demek değil. Yine de hatırlamak güzel.