Monday, March 27, 2006

Tuğhan

Birgün işteydim. Birisi beni msn listesine ekledi. Ardından mesaj "merhaba" diye. Tuğhan (MOUSE) Arslan'dı adı. "İşlerini takip ediyorum bir süredir, bir merhaba diyeyim dedim" dedi. Hemen yahoo ya yazdım adını buldum sitesini (http://www.tughan.com). Uzun süredir tanıyordum ben onu. CGTalk'tan oradan buradan. Hatta İstanbul Animasyon Festivalini kazandığında yanındaymışım haberim yokmuş. " Yaratıklarla o kadar uğraşıcağına oynatmakla uğraşsaydın ya" dedi. Haklıydı tabii ki. Güldük smileylerle. TRT için yaptığı sevimli kız animasyonu CGBugda bir sürü övgü almıştı. Gerçekten de çok sevimli bir animasyondu.

Sonra konuştuk. Karakterlere strech-squash nasıl veririz diye tartıştık. Kemikleri scale etmek çözüm müydü? Yoksa anatomiye zarar verip inandırıcılığı azaltıyor muydu? Ama daha çok ağırlık hissiyatı yaratabiliyorduk bazen. Üzerinde uğraştığı fare üzerinde denedik. Ben de o zamanlar küpten bir adamla uğraşıyordum. O kemikleri scale etti. Ben de başka şeyler denedim. Birbirimize gönderdik. Faresi bir settle down animasyonu yapıyordu. Strech sırasında kemikler falan esniyordu. Güzel oluyordu. Ben de adamımı zıplattım, inişte kemikleri birbirine yaklaştırdım. Ama çok mu fazla olmuştu? Beğendik, beğenmedik ama güzeldi animasyondan konuşmak ... "Sen şunu nası yapıyosun" diye heyecanla sormak... Cevabı sabırsızlıkla beklemek... Tanışma fırsatımız olmadı. Ama birbirimizi tanıdık biz öyle...

Tuğhan (MOUSE) Arslan bu sabah dünyaya veda etmiş. İnternet sitesinin guestbook kısmında bir gün önce s.gürgün'ün mesajı var "yeni animasyonları izledim süper olmuş diye". bir sonraki mesaj da "seni unutmayacağız". Durup düşünmek lazım. Gerçekten unutmayacağız. Bir iki haftadır hep aklımın bir köşesindeydi. Yaptığım şeyleri bir göndereyim bakalım ne diyecek diye. Ne diyim. Başımız sağ olsun.

Sunday, March 26, 2006

Niyaygara

Doğal güzelliklerin kralından geldiğim için etkilenmedim çok. Kurşunlu şelalesi örneğin. Bitki örtüsü, şelaleleri, hayvancıkları herşeyiyle çok güzeldi eskiden. Antalya yerlilerine maruz kaldıktan sonrası tabi farklı. Yine de bence dünyanın en güzel yerlerinden biri, hatta Toroslarda öyle güzel şelaleler, göller vardı ki... Kimse bilmiyor. Zaten bilmesinler. Turizm ulaştığı her yeri pisliğe ve şaklabanlığa boğuyor. Doğanın sürpriz yaptığı zavallı yerler de turizmin bir numaralı kurbanı olmaktan kurtulamıyor. Sanırım tüm dünyada böyle bu.

Niagara da almış tabi bundan nasibini. Şelale çok hoş. Turizm şelaleyi temel almış sanırım. Ama biraz sapıtmış ondan sonra. Örneğin şöyle şeyler var:

Yok hayaletli evler, yok drakula evi, saçma sapan eğlence mekanları... Ve deee Casinolar. Şelalelerin hemen yanında koskocaman birsürü otel ve casino bulunuyor. Orası bir kumar cenneti. Ucuz yemek, ucuz otel, sınırsız kumar... Birkaç tane "çocuklardan kurtulma merkezi" bulunmakta. Çocuğu olanlar oraya göndererek psikopata bağlayarak kumar oynayabiliyorlar. Bunları görünce eskiden kumarın legal olduğu zamanlarda Antalya Ofo otele "tek kollu canavarlarla" oynamaya giden tanıdıklarımız geldi. Çocuklarını Ofonun "kreş" ine bıraktıklarını hatırladım. Bize gelen bilgilere göre oradaki diğer çocukların gözlerinin altı mor mormuş. Bu psikopat ortamı ve çocukları anlatan bir çizgi film yapmak istedim şimdi.

Birkaç tane gerzek otobüsten kumarhanede indiler. Geri dönerken de kumarhaneden bindiler. (Şaka yapmıyorum.) Bense bir süre şelaleyi ve çevreyi izledikten sonra bu salak mekanların neden buraya konuşlandığını yavaş yavaş anlamaya başladım. İşte bu yüzden:


Evet. Burası bok gibi soğuk. İnsan içerilere kaçmak istiyor. İçeri kaçmak isteyen insanların para harcayabilmesini sağlayabilmek için kumarhaneler yapmışlar. Bir süre sonra da kumarhaneler ve eğlence merkezleri şelaleleri sollamış. Küçük bi şelalenin yanında 100 tane kocaman eğlence merkezi var.

Ben bunlara bakıp umarım Torosları falan kimse keşfetmez dedim.

Friday, March 17, 2006

Hintlilere "Nah" Yapmayı Öğrettim

Başarılarıma bir yenisini daha eklemiş bulunmaktayım. Miyasaki nin son filmi üzerine entel bir sohbetten sonra biraz düşündüm. Zamanın geldiğini anlamıştım. Seviyenin düşmesi gerekliydi.

Önce basitçe nah yaptım. Meraklı gözlerle uzun süre baktılar. Alışkın değildim. Herhangi bir arkadaşıma nah yaptığımda algıladığı an gözlerini kaçırır. Hatta ArdaYaman ve Fıratla ya da Umutla oynadığımız oyunlardan biridir bu. Bir şekilde naha bakan kaybeder, baktıran kazanır. ArdaYaman bu konuda çok yaratıcıydı. Örneğin hani bazen gözü dalar ya insanın, bir yere bakakalır, öyle bir durumda görüş alanınız içine hafif bulanık bir nah yavaşça girer. Tamamen girdikten sonra açısını iyice ayarlayarak başparmağı tam irise odaklar. Bazen bir naylon poşetin içinde, bazen çevirilmemiş bir test kitabı sayfasının arkasında sürpriz nahlarla karşılaşabiliriz.

Neyse uzun süre incelediler. Ben de başlarda ürkektim. Baktım kimse anlamıyo. Gerine gerine nah yaptım. Pis pis güldüğüm için "nooluyo bu ne" gibisinden sorular sordular. Bir süre daha yaptım ve sonra yavaş yavaş anlattım. Konuşmamın sonunda tüm devinimiyle yapabiliyorlardı. Hatta şaklatmayı bile başardılar. Sanırım Hintliler doğuştan yatkın.

Yani en son bunu da yapmış bulunmaktayım. Neden insanlar yeni tanıştıkları yabancı ülke insanlarına hemen küfürleri öğretmeye çalışıyor hala anlamıyorum. Ya da mesela papağanım olsa o da küfrederdi heralde. Çok komik geliyo çünkü küfreden bi hayvan kavramı bana. Sanırım içgüdüsel birşey.

Bu arada "Türki" de Hintçede cinsel sapık anlamına geliyormuş. Hadi bakalım.

Monday, March 13, 2006

Çin Yemeği

Açık büfe. 30 kadar değişik çeşit Çin yemeği bulunmakta. Çoğunu denediğimi söyleyebilirim. Deneyimlerimden sonra şaşırdığım şeylerden biri bu kadar fazla çeşit yemeği nasıl bu kadar ucuza getirebildikleri oldu. Benim evde bir yemek hazırlama paramın 3 katına falan sınırsız yemek yiyebiliyorum burada. Üstelik yiyecekler güzel. Yerler yapışkan. Sanırım yemekleri alırken düşüren insanlar yüzünden. Belki de soslardan da olabilir. Ama insanın ayakkabısı yapışıyor hafifcene.

Dünyada 1.4 milyar Çinli var. Dünyanın neredeyse 4 te biri Çinli. Bu kadar fazla insanın aynı yörede beslenebilmesi için değişik yöntemler geliştirmelerini bekliyordum zaten. Bu kadar fazla üreyebilmelerinin sebeplerinden biri beslenme imkanı bulabilmeleri. Biraz küçük kalmışlar gerçi. Ama olur o kadar.

Yemek çeşitliliğinde kurban olmamak için bir takım önlemler geliştirdim. Örneğin birkaç çok önemli kuralım var. Hareket eden ya da hala canlı olan şeyleri prensip olarak yemiyorum. Mutlaka bir süre önce ölmüş olmalı, mümkünse pişmiş olmalı. Bir diğer kural ise akışkanlığı düşük sıvılar içinde yüzen şeylere temkinli yaklaşmak. Kokuları da hissedebilmek önemli. Yemeklerin üzerinde isimleri yazıyor. Ama çok faydalı olduğunu söyleyemiyeceğim. Tavuk yazan şeydeki tavuk tadı çok derinlerde gizli.

Çinliler etleri hamur ya da undan topların içinde pişirerek yemeyi çok seviyorlar. Tavuk balık ve kırmızı eti ayrı ayrı şekillerde aynı bulamaça bulayıp kızartmışlar. Yanlız bunları yerken birbirlerinden çok farklı olmadıklarını algılıyorsunuz. Sanki içindeki etler aynı gibi. Çinlilerin bu etleri bu kadar ucuza getirebiliyor olmaları ve birçok farklı tadı sanki aynıymış gibi yakalayabiliyor olmalarından yola çıkarak yeni bir yaratık ürettiklerini düşünüyorum. Bu hayvan hızla üreyebiliyor. Akvaryumlarda yaşıyor. Yüzebiliyor, kanatları var ama uçamıyor. Penguen gibi yani. Fikrimce kuyruğunda balık tadı var, kanatları tavuk kanadı tadında. Göğsü ise bir tavuk budundan oluşuyor. Çinliler bu hayvandan çokca üretmişler ve tüm nüfuslarını bu hayvanı pişirerek doyurabiliyorlar. Aynı hayvan olduğunu anlamamamız için hamurdan topların içerisinde pişiriyorlar.


Çinlilerin de börekleri var. Ama böreklerin içini yosunlarla dolduruyorlar. Ya da ona benzeyen uzun ince makarna gibi bitkilerle. Bu bitkilerin pişirildiğini sanmıyorum. Koparmak için bir hayli çaba sarfetmeniz gerekiyor çünkü bitkiler hala canlılar. Bazı yerleri yeşil ama çoğu beyaz. Yine de böreği ısırdıktan sonra yosunları ısırıp koparmadan yandakine dönüp ağızdan sarkan yosunlarla "Öğğğğağaaga" demeye çalışınca gerçekten çok komik görünüyor.

Diğer komik görünen şeylerden birisi de jöle. Ben hiç yememiştim. Çin yemeği de değil. Ama turuncu, şeffaf ve bıngıl bıngıldı. Aldım yarım saat falan oynadım. Sonra yedim. Ağzın içini tamamen doldurma duygusu var. Değişik birşey.

Her yediğim şeyde Çinli arkadaşlarımdan malumat aldım. "Bu ne? Bu ne?" diye sora sora eğlenceli bir yemek yedim.


Thursday, March 09, 2006

Futurama

Matt Groening, (Simpsonları yaratan adam yeni bir seri ile karşımızda.) Bir süredir izleyip duruyordum ama dün ilk bölümüne denk geldim. Mükemmeldi.

Yanlışlıkla 1000 yıl geleceğe giden Fry o zamanlarda yaşayan bir akrabası olduğunu öğreniyor. Onu aramak için yola çıkıyor. Telefon açmak istiyor. Bir kabin görüyor. İnsanlar sıra olmuş. O da sıraya giriyor. Bir süre sonra kabinin önünde "Suicide Booth" yazdığını görüyoruz (intihar kabini). Zaten giren de çıkmıyor. Fry yavaşça yaklaşıyor içeri bakarken arkasındaki Bender (Robot) "hadisene kardeşim" tadında bunu ittiriyor. Beraber içeri giriyorlar. Kabin "Nasıl ölmek istersiniz?" diye soruyor. İki seçenek var hızlı ve acısız, yavaş ve çok acılı. Fry "benim bir akrabam var onu aramak istiyorum" gibi bişeyler sayıklarken Bender "yavaş ve çok acılı" düğmesine basıyor. Devamını anlatmicam.

Bu bana o kadar yaratıcı geldi ki. Fena halde güldüm ama bir yandan da etkilendim. Abartının ve taşlamanın son noktası gibi. Birşeylere acayip bir tepkisi var bu esprinin ama öyle bir sunmuş ki kendisini insanın gülesi geliyor. Korkası geliyor. Düşünesi geliyor. Gelecekte herşey öyle çok birbirine girmiş ki insanlar intihar etmeyi telefon açmak gibi görebiliyorlar. İnsanlar hep sevmedikleri işlerde çalışıyorlar. Herkes mutsuz. Hepsi de kabullenmiş bunu. Öyle yaşıyorlar. Canları sıkılınca bozuklukları atıp kabine gidiyorlar.