Sunday, February 26, 2006

Japon Rüyası

Karşımdaki adam çat pat İngilizce konuşuyor. Ama devamlı gülümseyen bir yüzü var. Birileri bir soru sorduğu zaman yüz ifadesini değiştiriyor sadece. O da dinlediğinin anlaşılması için. Yeni yüzü şaşkın ama sıkıntısız. Sanki Japonya'da devamlı gülümsemek karşıdakine gösterilen saygı ve iyi niyeti temsil ediyor. Biran aklıma Bukowski'nin şiir dinletisi geldi. Gülümsemek şöyle dursun ana avrat sövmüştü seyirciye.

Koei bir büyük Japon bilgisayar oyunu firması. Birkaç başarıdan sonra dünya çevresinde şubeler açmaya başlamış. Karşımdaki sevimli çift bu şubelerden biri. Sen kalk karı koca Japonya'dan dilini bile bilmediğin bir ülkeye gel ve orada küçük krallığını inşa etmeye başla... Olacak iş mi...

Japon rüyası böyle birşey. Bir çift Japon yeni ülkeye ayak basıyorlar. Orada kurallar farklı, diller ve adetler farklı. Japonlar çalışmaya başlıyor. Bütün zorlukları aşana dek çalışıyorlar. Japonya'daki merkezlerinin de destekleriyle 30 dan fazla çalışanı olan büyük bir firmaya dönüşüyorlar. Çok büyük bir on-line oyun sistemi geliştiriyorlar. Birçok teknik sorunu çözüyorlar ve bu sene tamamen kendi tasarımları olan oyunlarını geliştirmeye başlıyorlar.

Bu insanlar bütün işleri kendileri yapıyorlar. Adam her türlü görsel ve kavramsal tasarımı yapıyor. Fikirleri üretiyor, mühendislerin çözüm bulmalarına yardımcı oluyor. İnsanları işe alıyor, pazarlama, reklam herşeyi bu adam yapıyor. Üstüne üstlük gelmiş bizim gibi gereksiz insanlara neler yaptıklarını anlatmaya çalışıyor. Treni kaçırdıkları için özür bile diliyor. Ve hatta hala trenle gelip gidiyor.

Şirkette bir karar verirlerken hep beraber tartıştıklarını söylüypr. İlgisi olmayan adamların bile fikirleri dinleniyor. Hatta bu adamlar verilen kararın doğruluğuna ikna ediliyor. İkna olmazlarsa orta bir yol bulunuyor. Mühendisler grafiklere karışıyor, animatörler program koduna yardım ediyor. Bir Amerikan şirketinde bu tür şeyler hiç tartışılmaz. Kararları bir ya da iki kişi verir. Herkes işini yapar, parasını alır, çeker gider. Bu adamlar 30 kişiyle birden bir fikir birliğine varmayı başarıyorlar. Kimse parasını alıp gitmek peşinde değil. Gerçekten yardım etmek istiyorlar. İşi sahiplenip, aktif rol alıyorlar, sonuna kadar takip ediyorlar ve bittiğini görüyorlar. Mesela bir sorun çıktığında ya da proje başarısız olduğunda Amerikalılar suçu birbirlerinin üstüne atarak kurtulmaya çalışıyorlar. Hatta çalışanlar işin başırısız olmasından memnun bile olabilirler. Birilerinin başarısız olması bu adamların yolunu açıyor çünkü. Baştaki adam para kaybedip üzülüyor. Japonlar ise hep beraber üzülüyorlar. Baştaki adam ise çalışanlarını üzdüğü için harakiri falan yapıyor.

Japonyadaki merkezlerine inanılmaz bir saygıları var. Yaptıkları her şeyi, tüm gelişmeleri oraya gönderiyorlar ve onay bekliyorlar. Kendi kendilerine yetebilseler bile her zaman merkezleri ile iletişim içindeler, en küçük detayı bile danışıyorlar. Merkez bunları takdir ettiğinde çok seviniyorlar. Merkezlerine layık olmak için ellerinden geleni yapıyorlar, gece 12 lere kadar çalışıyorlar. Amerikalı bir şirket şubesi eğer kendi kendine yetebileceğini hissederse (yetemese bile) direk ayrılıp merkezine kafa tutar, rakip olur. İşleri sadece şirketleri parçalayıp birleştirip bundan bir takım paralar kazanmak olan adamlar var.

Amerikalıların motivasyonunu anlayabiliyorum:Para. Kolay. Ama Japonları anlayamıyorum. Bu adamlar çok mutlu. Deli gibi çalışıyorlar. İmkansızlıkların içinden krallıklar kuruyorlar. Hiçbir pişmanlık duymuyorlar, emekli olmuyorlar, devamlı bir üretim bir yenilik peşindeler ve herşeyi merkezlerine bildiriyorlar. Başarısız olunca merkezin yüzünü kara çıkardıkları için üzülüyorlar, para kaybettikleri için değil. Ve bütün bunlara rağmen rekabetin herşeyi ezen dünyasında ayakta kalmayı başarıyorlar. Nerden geliyor bu inanç ve güç?

Saygı duydum...

Monday, February 20, 2006

Pink Martini

İyi ki termosu götürmüşüm. Kapıda papatya çayımızı içtik. Phoenix Concert Hall Ankaradaki Saklıkent'in aynısı. İsmini görünce tırsmıştım. Şimdi gömlek falan mı giymek lazım bu konsere diye. Tek farkı içeriye olması gerektiği kadar insan alıyorlar. Saklıkentte içki aldıktan sonra eski yere ulaşmak için etten bir duvarı delmek gerekiyor. Hatta bi şekilde eski yere gelinse bile içkinin yarısı yolda heba olmuş oluyor, o yüzden şişe bira almakta fayda var. Yolda "huooop biradeeer" diye bağıran ayı katmanı da cabası. Saklıkent Anathema konserinde bu etten duvarı aşmak yerine birayı aldığım yerde konuşlanmışlığım vardır.

Pink Martini birsürü kültürden ve altyapıdan 10 kadar insanın (tam sayısını bilemicem) bir araya gelip oluşturdukları bir grup. Piyanist (adı Thomas Lauderdale) tıknaz, sapsarı diken diken saçları ve yusyuvarlak gözlüğü olan bir adam. Bu haliyle civcive benzediğini düşünüyorum. Güzel müzik yapıyor. Grubun en ünlü şarkısını da o bestelemiş.

Bu şarkıyla ilgili çelişkilerim var. Fransız bir şairin şiiriymiş. Şarkının sözleri şöyle:

Çalışmak istemiyorum
Yemek yemek istemiyorum
Unutmak istiyorum
Sigara içmek istiyorum

Bir süredir bu tarz yaklaşımları takip etmekteyim. Ukala, kendini beğenmiş, tembel ama etkileyici insan türü. Bu konuda karmaşık duygularım var. Ben de çözemedim. O yüzden yorum yapmicam.

China Forbes, grupta şarkı söyleyen kadın. Yazdığı şarkıların çoğu birtakım partilerde tanıştığı birtakım adamların telefon numarasını almaları ve sonra aramamalarıyla ilgili. Yani ne yalan söyliyim çok da güzel bir kadın değil bu China. Sempatik belki. Ben içkinin etkisiyle adamların biraz daha atılgan olabildiklerini görmüş bir insan olarak çok şaşırmadım bu duruma. Ama arasalarmış o güzel şarkılar olmayacakmış belki de. Zaten belki bu kız çok güzel olsaydı şarkı yazmazdı. Ya da çok güzel ve çok güzel şarkı yazıyor olsaydı, ne biliym mutsuz falan olurdu. Ya da huysuz. Ya da ukala. Doğa bir yolunu buluyor.

Borazan (ya da herneyse) çalan tüm adamlar bu kadar karizmatik olmak zorunda mı? Stingin trumpetçisi de çok yakışıklı ve karizmatik bir adamdı. Borazan da gerçekten çok anlatımcı birşey. Fena halde ses derinliği ve ses genişliği var. Ayrıca akustik wahwah ya da diğer efektler çok güzel çalışıyor. İnsan nefesinin ürettiği ses başka oluyor. Gerçi adamlar gayet rahattılar. Yanlış çaldıkları yerlerde yeniden başlıyorlar. Piyanist ve borazancı yaptılar bunu. Biraz şaşırdım. Mesela Mehmet Okonşar ya da Gülsin Onay dinlerken hata yapıcaklar mı acaba diye düşünemezdim bile. En hızlı en zor parçalarda bile notaları buldozer gibi eziyor bu insanlar. Belki kültürsel farklılıktandır. Zaten kültürel farklılık hat safhada. Yani bu grubun içinde olmayan ülke yok. Japonundan fransızına, italyanından latin amerikalısına hepsinden mevcut. Geyşa için yazılmış şarkıdan sonra Rusyada geçen şarkı çaldılar. Yine iyi tutturmuşlar bence. Bence bu insanların hepsinin birleşip bütünlüklü bir müzik üretmeleri gerçekten zormuş. Başarmışlar bir ölçüde.

Monday, February 13, 2006

İçimdeki Eric Cartman

İnsanlara üniversitede öğrettikleri en önemli şey sanırım bir sorunu çözmekte izleyeceğimiz yolu bulmak. Hocalar o yolu bulmamızı sağladılar hep. Ama hiçbir zaman çözümü direk vermediler. (Zaten bizim bölümlerde çözümden sözetmek pek güç). Bu bizi garip bir şekilde eğitmiş. Ben bir sorunla karşılaştığım zaman nasıl çözmem gerektiğini araştırıp buluyorum ve sonra bunu uygulayarak istediğim sonuca ulaşıyorum.

Sınıftaki adamlardan biri istediği sonuçları alamıyordu. Benden yardım istedi. Dedim ki benim yaptığım sisteme bak. Oradan kendine uyarla. Sana göstereyim ne nasıl çalışıyor. Biraz gösterdim. Ama adam başka birşey istiyor. Kendisi çok tembel olduğu için benim alternatif birşeyleri araştırıp, sorunu çözüp ona öğretmemi istedi. Ben de işim gücüm var kardeşim senle mi uğraşcam dedim doğal olarak. Öyle kapandı.

Sonra adam gidip öğrenci işleriyle falan konuşmuş ve benim özel öğretmeni olmamı istedi. Bu durumda saat başına bana para vericekler. Adam okula 2 para vericek okul bana 1 para vericek. Bu adam fakir bu arada. Sonra ben bir düşüniym dedim.

Yani bu mudur? İnsan arkadaşına bunu yapar mı? Hiç hayatımda yapmadığım şey. Bizde birinin yardıma ihtiyacı oldu mu herkez seferber olur. Maketin düğmesi mi yetişmedi, alırız elimize zımparayı... Ama insanlar tembellik yapacaklarsa yardım istemezler. Çabalayıp da zamana sıkışmışsan istersin yardım. Arkadaşın çalışırken sen yaymazsın. Bizde herşey ortaktır. Kartonlar, boyalar, makas (Özge sağolsun 2 yıl makasını kullanmışımdır) ve hatta 1. ve 2. sınıflarda zaman da ortaktı. Beraber uyuyup büyüdük stüdyolarda. Şimdi ilk defa bu adam para vererek ona öğretmenlik yapmamı istiyor. Hakaret gibi bişey. Ama adama da demedim biz böyle yetişmedik diye. Baktım burda işler böyle yürüyor. Hintli de dedi ki ilerde çok işine yarar, bir takım legal avantajları var. Ama dedim ki bizde böyle yürümez işler. O da dedi ki "bizde de böyle yürümez, ama bunlar gavur. sen ben birbirimizi kollarız. ama bunların tuzu kuru". Kabul ettim. Haftada bir iki saat. İşlerimi aksatmicak şekilde...

Ama yani kendimi Eric Cartman gibi hissetmedim değil. Hayatta da olamam ya...

Friday, February 10, 2006

Zihinsel Işık ve Uyuyan köpek

"Mental Ray" bir render motoru. Bilgisayarda bir şeyleri boyatmak için. Baya bi karmaşık bişey. Ama ben severim öyle şeyleri. Bugün Mental Ray'i yapan şirketin bir temsilcisi geldi. Ürünlerinin bazı püf noktalarını anlatacak. En ön sırada yerimi almıştım ki, plaj çantası gibi birşey içinde küçücük bir köpek yanıma oturtuldu. Konuşmacının mı birinin köpeğiymiş. Bu el kadar köpek bir anda bütün kızların ve hocaların inanılmaz ilgisini çekti. Yani hayatım boyunca köpek ve kediler arasında yaşamasam ve olabilecek en sevimli ve en iğrenç tüm hallerini bilmesem ben bile sevimli diyebilirdim.

Neyse seminer başladı. Köpek çantanın sapını kemiriyordu. Mental Ray kullanmak biraz riskli. Gerçekçilik olarak aşmış; ışıkların yansımalarını, kırılmalarını, renk kanamalarını (color bleeding) ya da yumuşak ışıkları, duvardan zıplayan ışığın obje üstündeki etkilerini vs... cillop gibi hesaplıyor. Ama detay seviyesini ayarlamak çok önemli. Belli bir değerin üzerinde ekranda hep aynı sonuçları alıyoruz. Köpek çantayı kemirmekten yoruldu. Ama atari o değerin artmasıyla daha da çok işlem yapmaya çalışıyor. Mesela ışığı somuran bir yüzey varsa eğer atari zorlanmıyor. Ama o yüzeyi unuttuysak atari ışığın sonsuza gittiğini sanarak onu takip ediyor ve aklı yoruluyor. Köpeğin uykusu geldi. Sanırım uyuyacak. Buna benzer bir takım püf noktalar var.

Katman katman boyamak gibi birşey vardır ya. Yeni Mental ray bu konuda aşmış. Bilmediğim şeyler de öğrendim, örneğin occlusion katmanı boyatırken final gather noktalarının max displacement ı tüm ekranın 10 da biri kadar olmalıymış. Köpek horluyor. O kadar küçük köpekten bu kadar horultu nasıl çıkıyor anlamadım. Adam birşeyi denemek için rendera basıyor ve bir sessizlik oluyor. Bekliyoruz atari boyasın... Ve küçük köpek horultusundan başka ses kalmıyor. Şimdi rüya görüyor. Kolları bacakları istemsizce hareket ediyor. Kasılıp gevşiyor. Sınıfın ışıklandırma ve compositing manyağı çok zekice bir soru soruyor: final gather ve G.I. aynı anda kullanılacaksa hangisine abanılmalı. Final gatherın atarinin beynini çok yediğini söylüyor adam. "Sonuçlar birbirine yakınsa G.I. a abanın." Köpek kabus görüyor. Tekmeler atıyor. Arkalardan birileri aptalca bir soru soruyor. Sorular zekice olmayınca çok sıkılıyorum. Hemen hayal falan kurmaya başlıyorum. Zaman kaybetmemek lazım. Adam da sallıyor zaten, aç kitabı oku gibisinden.

Biliyorum ki arkamda oturan zavallılar bu renderları görünce "ehehe abi ne güzel render abi ben de açiym final gather'ı, G.I. yı" diyecekler. Ve biliyorum ki bu adamlar o düğmelere basınca alacakları sonucun güzel olacağını sanacaklar. Hatta parametreleri ayarlamak için saatlerce uğraşacaklar ama istedikleri gibi olmayınca yine parametrelerin suçu olacak. Ve eminim bazıları bugün perdede gördükleri şeylerden gaza gelip 10 dakikada bir frame hesaplayan gerzekçe ayarlar yapacaklar birşeyler yetişmeyecek vs... Köpek uyandı galiba. Bütün gösteri boyunca havlamadı çok ilginç.

Saturday, February 04, 2006

Dehşet

Ya şöyle bir kız ayakkabısı var:

Şimdi ben bu ayakkabıyı her gördüğümde bir irkiliyorum. Niye irkildiğimi bilmiyordum ama bir tedirginlik, bir endişe kaplıyor beni. İstemsiz birşey. Birisi bu ayakkabılarla bana yaklaşıyorsa içgüdüsel olarak yolumu değiştiriyorum ve en önemlisi bu ayakkabılara dik dik bakıyorum.

Geçen gün neden olduğunu keşfettim yurtta. Tek bir korkum var. O da şöyle birşey:


Karşıdan gelen kız tam benim çenemin altından kafama doğru bir tekme atarsa olacaklardan korkuyormuşum. Bilinçaltım şu ayakkabıyı görünce direk yaşama içgüdülerimi devreye sokuyor. Her an saldırıcak olan ayakkabıyı dikkatle takip ediyorum. Ondan uzaklaşmaya çalışıyorum. Korkuyorum. Heralde tedirginlik te o yüzden oluyor. Ama yani kız bir tekme atsa olur bu. Korkmakta haksız değilim.

Thursday, February 02, 2006

Allahın belası limon

Limonu ortadan ikiye kestim. Salataya sıktım. Kalanı da ziyan olmasın diye yiyim dedim. Yemekten sonra limon keyfi yapıyordum. Sonra olan oldu. Allahın belası limonun liflerinden biri azı dişlerimin arasına sıkıştı.

Sol üst çene azı dişlerinde. Çıkmıyor. Saatlerce dilimle ittirmeye çalıştım. Sonra elimi ağzımın içine sokarak tutmaya çalıştım. Allahın belası tutulmuyor. Kayıyor. Arkadaşlardan biri diş ipi verdi. Ama o kadar gerilerde ki diş ipini oraya götürtmek imkansız. Birkaç kere oralara ulaştı ama çok geride olduğundan diş ipi dudaklarımın kenarlarını kesiyor.

Sonra biraz durdum. Sakinleşmem gerekiyordu. İçimden birses "onu affet" dedi. Bırak orada yaşasın. Beraber uyum ve huzurla yaşayın. Ona alış. Senin bir parçan olsun bundan sonra. Hatta sevdiğin bir parçan olsun. Kulakların ya da burnun gibi. Limon parçan... Senin limon parçan. Bir süre sonra artık varlığını bile hatırlamayacağım bir yeri vücudunun. Mesela küçük dilin gibi.

Neden beraber olamayalım ki? Onun da bana verdiği bir his var. Ağzımın içinde bir değişiklik, başka bir mod var.

Ama allahın belası ordan damağıma değmeye devam ediyor. Dilimle dokunuyorum ve alay edermişçesine kendini hissettiriyor ama çıkıp gitmiyor. Eninde sonunda çıkıcak şerefsiz. Ve çıktığı zaman ben orada olucam. Dişlerim orada olucak. Öyle bi geberticem ki onu. ALLAHIN BELASI ÇIK ARTIIIIIIK. (ühühühühü)