Thursday, December 08, 2005

Modern Zamanlar

Jimnastik salonuna sardırdık son zamanlarda. Koşma aletini ilk gördüğümde "aaaah ah" dedim. Antalya Fener Parkta nası koşardım dağlara, kayalara ve denize karşı. Mükemmel manzara, sıcak ve nemli hava, ve sonra çok terlediğimde yoldaki fıskiyelerin arasından geçerek azıcık ıslanmak... Bütün bunların yerini gerizekalı bir makine, aynalar ve dolayısıyla suratım ve vücudum alıyor. Aynada kendime bakarak ama dağları düşünerek koşmaya karar verdim. Makinenin üzerine çıkıp kontrol paneline şöyle bir göz attım. "Koş" diye bir düğme arıyordum. Ama birsürü düğme vardı. Neyse makine ve düğmelere olan saplantım nedeniyle kurcalamaya başladım.

Önce ağırlığımı yazdım. Lb de ne ola ki? Ben kilo biliyorum. Neyse attım; 150 lb varımdır. Sonra hangi programda koşmak istiyorsunuz dedi. Cardio yu seçtim, heralde kalple ilgilidir. Hızımı yazdım:3 . En son yaşımı ve kaç dakka koşmak istediğimi sordu. Daha ilginç sorular bekliyordum ki bant yavaştan kaymaya başladı. Güzel. Önce biraz yürüttü. Isıncakmışım. Sonra koşmaya başladık. "Ellerini şuraya koy" yazmaya başladı. Tamam koydum. Bu arada koşmaya devam ediyorum. Kalbin şu kadar hızlı atıyor dedi. İyi peki. Ellerimi bıraktım. "Yine koy ellerini" dedi. E ama yani şimdi böyle koşması da zor oluyor. "Hadi len" dedim. Koymadım ellerimi. Ondan sonra gıcıklaşmaya başladı. Yanıp sönen kalpler mi ararsınız, yoksa çizgiler var artıp azalıyolar, yanda bir yerde %3 yazıyor, o artıp azalıyor falan. Bunları izlerken baktım baya bi zaman geçmiş. Baktım çok yavaş koşturuyor. Hemen düğmeye basmaya başladım. Büyük hata. Alet gıcıklığının doruklarında. Çarptı beni hafifçe. Ben dengemi kaybederekten düşmeye başlamıştım ki aşağıda gördüğünüz mükemmel hareketle düşmemeyi başardım.

Tabi çevikliğim karşısında dehşeye düşen diğerleri... Yok yalan söylemiyeceğim. Şaban gibi göründüğümden herkes güldü. Hintli arkadaşım kendini makineden atıp yardıma geliyordu ki, iyiyim yaparaktan durdurdum onu. Sonra da "sıçarım bandına da koşusuna da" diyerekten yandaki hiçbir yere gitmeyen bisikletlere binmeye yöneldim. Yalnız makineden inince insan yürüdüğünde "git"tiği için seviniyor. Makinenin tek eğlenceli tarafı indiğinizde aslında yürüyünce konumunuzun değiştiğini hatırlamanız. Onun dışında bir olayı yok.

Aklıma Charlie Chaplin in Modern Zamanlar filmi geldi. Teknolojinin gelişmesiyle filmlere ses girmiş, ama Chaplin sesi kullanarak film yapmayı reddetmişti. Bu onun sanat anlayışıydı. (Belki de sesi çok çirkindi, herneyse). Modern Zamanlar'da Chaplin sinema sanatını yeni bir düzleme taşıyarak bozan "ses" i, teknoloji ve makine ile bağdaştırmıştı. Yemek yedirme makinesi Chaplini döverken adeta teknolojinin Chaplin'in yarattığı sanat anlayışını nasıl yokettiğini ve eli kolu bağlı (filmde gerçekten bağlıdır) olan biteni izleyen sanatçının çaresiz haykırışını hissetmiştim. Ne yazık ki hiç sesi çıkmıyordu.

Dün makineden düşerken Chaplin'in sesini duydum...

Monday, December 05, 2005

"Missed a spot"

Traş olmayı oldum olası beceremedim. Sıkılıyorum. Bir yerler kalıyor hep. Üniversitedeyken traş olduğum her sabah birileri uyarırdı "Şurada biraz kalmış" diye... Özellikle Osman hiç sevmez yamuk yumuk traş olunmasını. Fırat ve Deniz de arasıra söylerlerdi. Neyse ben bu konuda özensizliğimin bilincinde olaraktan uyarıları dinler, ama bir dahaki traşta yine bir yerleri bırakırdım bir şekilde.

Bugün çocuklardan biri aynı konuda uyardı beni. Şaşırdım önce. Sonra sevindim. Diller, insanlar, ülkeler, traş bıçakları değişmişti. Havalar, sular ve reklamlar çok farklıydı. Ama ben hala traş olurken bir yerleri kaçırıyordum. Hatta birileri beni uyarıyordu. O zaman dedim ki bütün bu değişen şeyler kafamı allak bullak ederken bir şekilde bazı özelliklerim aynı kalabiliyor. O zaman o kadar da kötü değil hiçbirşey. Kendime sarılmak istedim. Çocuklara da sarılmak istedim. Çok sevdiğim zamanlardan birşeyler gelmiş benimle, kalmış bende. Traş olurken çenemin altında biraz kalmış mesela. Yaşasın.

Bunları düşünürken oluşan sessizlikten insanlar rahatsız olacaktı ki, ben hep yaparım bunu dedim. Millet güldü tabi. Aman anı olarak yazdım bunu. Niyeyse.

Saturday, December 03, 2005

Zeynep; Ben Batman'im!!

Geçen gün yatmadan önce bir televizyona bakayım dedim. Gece 2 falandı. Bir anda o sahneye denk geldim ve bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Hayatımda ilk sinemaya gidişimdir bu. Antalya Saray Sineması. 1989. O zamanlar şimdiki Antalya 2000 iş merkezinin olduğu yerdeydi bu sinema. Kentin tek sinemasıydı. 9 yaşımdaydım. Annem, babam ben ve kardeşim, ailecek akşamüstü seansına, Tim Burton un Batman filmine gitmiştik. Daha önce hiç o kadar büyük bir kapalı mekan içine girmediğim için zaten salona girer girmez çok heyecanlanmıştım.

Ama izlediğim şey daha büyük devrimler yaptı beynimde. Hiç kimseden, filmden, yönetmenden, oyunculardan ya da karakterlerden, hiçbirşeyden haberim yoktu. Bunları ve sinemayı hiç bilmeden gittim oraya. 9 yaşımda, bu tür şeylerden en çok etkilenebileceğim yaşta Tim Burton dünyasına maruz kaldım. Gotik ve inanılmaz dışavurumcu mekanlar, mükemmel çizilmiş karakterler ve öykü... Jack Nickholson... Müzikler Danny Elfman'ın. Kim Basinger... Tim Burton dünyası...

Bu filmden sonra 3 sene boyunca şu anı hayal ettim.

Zeynep ilkokulda herkesin aşık olduğu kız mıydı? Öyle bişeydi işte. Sonra Batman'in uçağına binip mahallede uçtuğumu, sonra uçakla kayalardan denize doğru süzüldüğümü, sonra evimizin tavanarasında deneyler ve acayip garip aletler yaptığım bir atölyem olduğunu ve o aletlerle apartmanlar arasında Batman gibi uçaraktan, oraya buraya ipler fırlataraktan ilerlediğimi hayal ettim. Ve sonra Batmanin arabası gibi bi araba yaptığımı, içinde birsürü yanıp sönen ışığın, göstergenin ve düğmenin olduğunu, sonra arabanın içinde gecenin karanlığında gizlendiğimi ve canavar köpekleri küçük oklar atarak püskürttüğümü ve güzel kızı kurtardığımı... Ama bütün hayallerim çok gizliydi. Çünkü süper kahramanlar günlük hayatta basit bir insandırlar.

Sanırım bir süre sonra filmi hatırlamıyordum. Sadece filmden yola çıkarak kurduğum hayaller ilerlemişti. Konu biraz değişmişti. Anadolu Lisesi sınavlarına çalışırken, geceleri yatmadan önce hala bunları hayal ettiğimi hatırlıyorum. Biraz büyümüştüm ama. Artık gerçekçi olmaya başlamıştım. Olamaz mı ki batman'in ip atan zımbırtısı? Olur aslında, şuraya yay koysak... (Hala olamayacağına inanamıyordum).

TV de Michael Keaton un Kim Basinger'a "Ben Batman'im" demeye çalışıp başaramadığı, sonra Jokerin gelip herşeyi berbat ettiği sahneye denk geldim. Bütün bu şeyler kafamda canlandı yeniden. Tim Burton'un küçük bir çocuk üzerinde yarattığı etkiyi anladım. Ne kadar da güçlü... İnsanın kişiliğini değiştiriyor.

Gerçekler mi? Çok komikler. Sınıf birincisi, tıfıl, koskoca gözlükleri olan, futbol maçı yapılırken "aldım verdim" de en sona kalan iki kişiden biri olan birisiydim ben. Muhtemelen de benim sahne şöyle biterdi.

Thursday, December 01, 2005

Hareketli "duruş"lar

"Moving Holds" diye geçiyor literatürde. Şu an denk gelip de çözmekte zorluk çektiğim, sıkılıp yazmaya karar verdiğim bir animasyon sorunudur kendisi.

John Lasseter (pixar kurucularından) 1994 Sigraph (ünlü bir dijital görüntüler fuarı) ta bu konuda bir röportaj yapmış. Onu yayınlamışlar. Okuyunca daha iyi anladım sorunumu. Lasseter diyor ki: "Bilgisayar ortamında bir nesne durduğu zaman yani hareket etmediği zaman pikseller yüzünden ya da başka bir sebepten imaj anında ölüyor." Doğru söylemiş adam. Geleneksel animasyonda bile karakterin hareket etmediği kareler bazen bir ya da iki kez daha çizilerek üst üste oynatılıyor. Böylece çizginin hala yaşadığını seyirci hissediyor. Bazen pan ya da zoom gibi başka metodlarla da piksellerin yerleri değiştiriliyor.

Bu sorunu sanırım bilinçsiz olarak çok eskiden yaşamışım. Karakterin bir pozda kaldığı bir süre içerisinde ölüyor olması beni çok rahatsız ediyordu ki, bir çözüm de bilmediğimden eski çalışmalarımda bol bol kamerayı hareket ettirdim. Ki korkunç bir çözüm aslında. Karakterin az hareket ettiği yerlerde kamerayı yavaaaşça oynatırsanız piksellerin yeri değişiyordu. Ama benim bile midem bulanıyor şu an izlediğimde. TV de izlediğim ilk türk 3d çizgi film serisinin en büyük sorunu da buydu. Işıklar ve render çok korkunçken bir de fıldır fıldır dönen kamera insanı deli ediyordu. İzlemek işkenceye dönüşüyordu.

Şu an burada animasyonun en büyük problemlerinden biri ile karşı karşıyayım. Hareket etmeyen bir karakterin hayatta kalmasını, ölmemesini sağlamak. Bunu çözmek için çok zamanım yok ama her zamanki gibi elimden geleni yapacağım. Bu tür sahnelerin hemen ölmesi yüzünden bu sahneler filmlerde en tecrübeli ve iyi animatörlere veriliyor. Örneğin Finding Nemo nun final sahnesi (Nemo yerde yarı baygın şekilde babasını sevdiğini söylüyordu, çok durgun ve duygusal bir sahne) Pixar'ın en başarılı animatörlerinden biri olan Bobby Beck tarafından canlandırılmıştı. Bol aksiyon içeren sahneler de çömez animatörlere verilmekte. Çünkü çok hareket eden bir karakterin ölü görünme şansı daha az.

Neyse önümdeki sıkıcı ve zor 100 kareye başlamamak için bahane olarak kullandığım yazımın sonuna gelirken, bana başarılar diliyorum. hehe.